Historio, ya da tarih… Zafer ve hüsranla dolu hikayelerin tatlı melodileri bir kere balerin adımları ile kulağından içeri süzülmeyi başardıysa boş yere onlardan kaçmaya çalışma canım. Şairi mest edip kalemini canlandıran ilhamdan farkı yoktur bu seslerin, bir başladın mı mecbur en son noktaya kadar gidersin.
Sana İkinci Dünya Savaşı yıllarında babamın nasıl partizanlara katıldığını, annemle bir sığınakta nasıl haftalarca saklandığımızı ve Mussolini’yle, Faşistlerle ilkokul çağımda tanışmış olmanın bende ne gibi travmalar yarattığını zaten anlattım. Sıra savaştan sonraki yıllarda idealleri ve -çoğunluğun aksine- onları yürürlüğe koymak için gösterdiği sınırsız gayretleri ile beni kendine hayran bırakan adamı, hayatın kendisinden sonraki en büyük hocamı anlatmaya geldi.
Şimdi bana biraz mühlet ver Beatrice, kümelenmiş onca yılın arasından Giorgio’nun gençliğini anlattığı günleri bulmak biraz zor.
Evet, savaşın patlak vermesi Giorgio Rosa’nın üniversitedeki ilk yıllarına denk geliyor olması gerek. O zamanlarda siyasetle hiç ilgisi olmayan, kendi hayatının yolunda bir mühendis adayı olduğunu söylemişti bana. Ailesi ise Giorgio gibi gençlerin kapalılığına hiddet duyan, o yılların dinamizmi etkisinde siyasal reaksiyon refleksi gelişmiş aydın kesimin üyelerindendi. Babası Ulusal Faşist Parti’ye en başından beri muhalif bir gazeteciydi. Parti, 1922 ekiminde binlerce Faşist’in Roma’ya yürümesi sonucunda iktidarı ele geçirip izleyen yıllarda gazeteleri kontrol altına alana kadar da her yazısında onlara meydan okumuştu. Annesi ise Gramsci ile tanışma fırsatını bulmuş ve ondan çok etkilenmiş bir piyanistti. Savaş kızışmadan önce herhangi bir geçim sıkıntısı yaşamayan, bireysel özgürlükleri ile mutlu ve iyi bir kariyer hayalleri ile sarhoş olduğu için başlarındaki totaliter rejimi pek de önemsemeyen Giorgio için ailesinin Sosyalist rüyaları pek bir değersizdi.
Zaman, Dünya’nın dört bir yerinde tüfek ve el bombalarının tok sesleri eşliğinde akarken 6 Şubat 1942 sabahı Giorgio’nun sözleriyle “ Gözlerimin önündeki perdenin kalktığı ve dünyanın çamur ve kana bulanmış o halini fark ettiğim gündü”. O sabah evlerini Kara Gömlekliler, Mussolini’nin silahla ve beyin yıkayan bir ideoloji ile donattığı milis birlikler basmıştı. Babasının Savaş ve Faşizm karşıtı yazılarını hala el altından belirli gruplar aracılığıyla yaymaya çalıştıklarını öğrendikleri için adamı yaka paça götürmüşlerdi.
Giorgio o günden sonra bir daha hiç babasını göremedi. Hapishanelerden sokaklara seyrek sayıda düşen dedikodulara göre babası yoğun işkencelerden dolayı günden güne erimiş, kuvvetten düşmüş ve bir öğlen vakti hücresinin zemininde, artık sadece mor ve kırmızı renklerinde olan çıplak ve ölü bedeni bulunmuştu.
Yaşanılan travmalar bazı ruhları kinle doldurup intikam uğruna adanmış bir hayatın önünü açar, bazı ruhları kaldırabileceğinden çok daha fazlasıyla sınadığı için bu dünyadan bambaşka bir aleme göçmesine sebep olur. Bazı ruhları ise -Giorgio’nun annesinde olduğu gibi- susturur. Hayat ile olan tüm alışverişlerini pekala keser ve onları artık sadece enstrümanı aracılığıyla iletişim kurabilen sessiz bir gamzede haline getirir. Giorgio ise var olan bütün travma sonuçlarının çok daha ötesini gördü. O, kutsal bir ideal ile görevlendirilmişti ve geçmişin acı, yoksul günleri kuşkusuz bu görevin ilk işaretleriydi.
Mussolini devrildi. Blitzkreig orduları yıldırım hızıyla çözüldü. Devasa bir mantar bulutu gökyüzüne kuruldu. Savaş bitmişti.
Neorealismo’yu bilirsin değil mi Beatrice? Savaş’tan hemen sonraki o yıllarda kameranın önü ile arkasının pek bir farkı kalmamıştı. Yani çalışabilmek için bisiklet çaldığında yakalanan ve ağlayan çocuğunun gözü önünde dövülen Baba Antonio da bizdik, intihar etmekten hayattaki tek gerçek dostu olan köpeği sayesinde kurtulan yoksul, evsiz ihtiyar Umberto da. Eskiden “şehir” denen yerler artık birer harabeydi İtalya’da. Dilenci kalabalığı yüzünden yürümenin imkânsız olduğu sokaklar vardı. İşte biz Neorealismo’nun, o yılların çocuklarıydık Beatrice. Kaç yaşında olursak olalım adeta bir çocuk gibi yaşam denen iki ucu kapalı rüyanın aslında ne büyük kabuslar da içerebileceğini ilk kez o yıllarda öğrendik.
Ben Giorgio ile tanışmadan önce anlattığım bu atmosferin de etkisi yüzünden kendisine hayat veren nefesine sağır olmak üzere bir ruhtum, neredeyse kayıptım anlayacağın. Ben de mühendislik okuyordum ama zaten çoktan yıkmış olduğumuz medeniyeti tekrar inşa edebilecek imkânımız ve zihniyetimiz olmadığına kesinlikle emindim. Bu ümitsizlik yüzünden derslere pek baktığım söylenemezdi.
İşte böyle bir geceyi yıllarca yaşadıktan sonra hiç beklemediğim bir anda önce Güneş’in ilk ışıklarını, ardından da sabahı ve o insanı hevese, enerjiye boğan parıltılı kızıl-turuncu topun ta kendisini gördüm.Bu Güneş, 60’ların başında bir meslektaşım aracılığıyla tanıştığım irice cüsseli, zeki ve kararlı bir adam olan Giorgio Rosa’dan başkası değildi. Daha ilk görüşümde adeta “Benim bir fikrim var!” ya da “Ben devrim vadediyorum!” diyen gözlerinden ve her zaman haraketli, daima bir işe atılmaya hazırlanır gibi kıpır kıpır olan hevesli uzviyetinden etkilenmiştim.
İdeolojilerin çarpışması sonucu geride kalan enkazın küllerinden ümitsizce kendini yeniden kurmaya çalışan bir şehirde, Bologna’da, Giorgio ile gece yarılarından sabahlara kadar yaptığımız sohbetler sonucunda onun gözlerinin gerçekten de bahsettiğim düşüncelerden oluşmuş iki macera çukuru olduğunu gördüm. Aramızdaki yaş farkına rağmen birbirine benzeyen geçmişimiz sayesinde geniş bir empati ve sıcak bir dostluk kurmuştuk.
Giorgio ailesini kaybettikten sonra bambaşka bir kişi olduğunu söylemişti bana. Savaş biter bitmez ülkenin farklı yerlerine gidip neredeyse her türlü yapının restorasyonunda görev almıştı. İlk kez çevresinde akıp gitmekte olan hayata dikkatle bakıyor ve etrafında, bombaların un ufak ettiği binaların döküntüleri arasında gözyaşları içinde olan halkından başka bir şey görmüyordu. Bu bilinçle Paris Konferansı’ndan 60’ların başına kadar kabaca on beş yıl boyunca hem bir mühendis olarak ülkesine hizmet etmiş hem de ailesinin evindeki daha önce elini sürmeye bile tenezzül etmediği kitaplardan başlayarak yüzlerce kitap okumuş; tarih, siyaset ve felsefe gibi konularla iç dünyasını oldukça derinleştirmişti. Adeta geleceği görüyormuş gibi kendisine verilen görev için hazırlanmıştı uzun yıllarca.
Bir gün o görevin sesini duydu. Sonra da bunu hiç beklemediğim bir zamanda bana açmaya karar verdi.
O gün Rimini kıyılırında oturmuş denizi seyrediyorduk. Giorgio birden bana dönüp eliyle denizin açıklarında bir noktayı işaret etti.
-Orayı görüyorsun değil mi Enrico? Dedi.
-Evet? Diyerek onayladım, aniden gelen bu heyecanının sebebini merak etmiştim.
-Bir süredir bu denizi araştırıyorum, orada İtalya sınırlarının dışında kalan ve suyun oldukça sakin olduğu bir bölge var. İşte orada bir ülke kuracağız.
– Başkanı da sen olacaksın heralde değil mi? Diyerek şakasına katılmıştım aklımca. O ise sırıtan yüzüme şaka halinden kesinlikle uzak, buz gibi gözlerle bakarak cevap verdi:
– Ben Kurucu Mühendis olacağım, sen de Yardımcı Mühendis. Başkan’a gerek yok, ülkeyi halkının arzusu eline teslim edeceğiz. Ve bu ülke yoksul İtalya’dan da, dünyadaki savaş mağduru diğer bütün ülkelerden de çok daha hayat dolu bir yer olacak.
İşte o an bir şakayla değil de insanlık tarihinde açılmak üzere olan, benim de ellerimin dokunacağı yepyeni bir sayfayla karşı karşıya olduğumu anladım Beatrice. Giorgio yeni bir ülkeden bahsediyordu, yıllarca kafasında bunu tasarlamıştı ve artık tasarımlarını hayata geçirmek için de bugünü seçmişti. O gün Rimini kıyılarında kaç saat kaldık bilmiyorum. Fakat Giorigo bana daha önceden çizdiği “deniz üstündeki platform ülke” planlarını gösterdiği için, platform ülkemizin içinde neler olacağından, nasıl yönetileceğinden ve dünya üzerinde şu ana kadar var olmuş devletlerden nasıl daha farklı olacağından bahsettiği için zaman su gibi akıp gitmişti. Ayrılma vakti geldiğinde ise kelimenin tam anlamıyla afallamış olarak evime döndüm.
Belki inanmayacaksın ama her şey o kadar hazırdı, o kadar planlıydı ki ertesi hafta Rimini’den bir tekne ile denize açılıp o bölgeye gittik ve inşaata başladık. Yaklaşık üç yıl boyunca çeşitli zorluklarla boğuştuktan ve birkaç yıkılma tehlikesini atlattıktan sonra takvimler 6 nisan 1967’yi gösterdiğinde mikro ülkemizin yapımı bitmişti. Insulo de la Rozoj, İtalyan deniz sınırının dışında bütün ihtişamıyla duruyordu.
Bu ismin hangi dilde olduğunu bilmiyorsun değil mi Beatrice? Maalesef birtakım alçak insanların potansiyelinden korktukları için sizlere asla öğretmediği, yok etmeye çalıştığı bir dil bu: Esperanto.
Zamenhof da tıpkı Giorgio gibi bir hayalperest ve devrimciydi Beatrice. Gelişmiş devletlerin diğerlerine uyguladığı kültür hegemonyasının önüne geçmek için, farklı etnik kökenlerden insanların iletişiminde sadece bir ulusa ait dilin kullanılarak diğer bütün ulusların dillerine ve kültürlerine hakaret edilmesini önlemek için bir dünya dili icat etmişti Zamenhof. Esperanto bu dilde “umutlu” demekti çünkü Zamenhof dünyadaki her insanın bu dili konuşabilmesini istiyordu ve bu yüzden onu da oldukça basit tasarlamıştı. Söz gelimi bir İtalyan’ın Fransızca öğrenmesi 2000 saatini alıyorsa Esperanto öğrenmesi için 150 saat yetiyordu. Umut her zaman vardı.
Fakat savaş da her türlü umudu yok etmek için vardı. Zamenhof Yahudi olduğu için Nazi Almanya’sı Esperanto’yu Yahudilerin gizli iletişim yolu olarak kabul etti. Dolayısıyla Zamenhof’un ailesi dahil birçok Esperantist’in sonu Holokost oldu. Taze bir dil, yeni bir umut kanla gölgelenmişti.
Giorgio bu yarım kalmış rüyayı alıp kendi rüyasıyla birleştirdi. Ülkemizin adını ve resmi dilini Esperanto seçti. Böylece ben de tarihteki resmi dili Esperanto olan ilk ülkenin Yardımcı Mühendis’i olmuştum. Burası Gül Adası değil, Insulo de la Rozoj’du. Giorgio ülkemizi ziyarete gelen her turiste Zamenhof’un yazdığı “Esperanto’nun Temeller’i” kitabını veriyor ve onlara birkaç kısa ders vererek eğitimlerine başlıyordu. Ben de kitap sayesinde çok kısa bir sürede Esperanto’yu öğrendim ve turist rehberliğinde Giorgio’ya yardıma başladım.
Ayarladığımız tekne turları sayesinde her gün onlarca ziyaretçi konuk ediyorduk. Burada insanlar arkalarında bütün kasvetiyle duran İtalya’nın boğucu atmosferinden kurtuluyor, Giorgio ile birlikte onlar için tasarladığımız restoranlara, kahvelere, barlara giderek kendilerine en büyük vaadimiz olan mutluluğun tadını çıkarıyorlardı. Ayrıca radyo istasyonumuz ve posta merkezimizle ana karaya varlığımızı kolayca duyurabiliyorduk.
Giorgio, bir grup memnun turisti vatandaşa çevirmeyi başardıktan sonra artık her şeyin hazır olduğuna karar verdi. Insulo de la Rozoj 24 Haziran 1968’de bütün dünyaya bağımsızlığını duyurdu. Turuncu renkli bir üçgenin ortasında duran üç gülden oluşan bayrağımız rengiyle bir devrimden kaynaklanan heyecan ve dinamizmi temsil ediyor, üçgen şekli; döktükleri kan dolayısıyla dünyaya liderlik etme ve barışı, düzeni sağlama görevini kaybetmiş olan diğer Avrupa ülkeleriyle aramızdaki farkı belirtiyor, güller de Kurucu Mühendis’imizin soyadına ve bir zamanlar üç kişi olan ailesine gönderme yapıyordu. Para birimimiz olan Miloj da şüphesiz Esperantist’lerin Steloj’una sessiz bir selamdı.
Giorgio, bazı günler bu yepyeni ülkenin önemini açıklamak bir kürsüye ya da bir yüksekliğe çıkıp o an orada bulunan turistlere ve vatandaşlarımıza bir konuşma yapardı. Mesela hiç unutmadığım bir konuşması var Beatrice, ona “ Sevgili ada sakinlerimiz şu an üzerinde olduğunuz bu ülke, bildiğiniz bütün modern devletlerin ve modern devlet anlayışının ilga edildiğinin sizlere kanıtıdır.” Diye başlardı. “Dil, kültür, ekonomi ve daha birçok konuda hiçbir insanı birbirinden ayırmayıp herkesi kucaklamaya çalışan bu ülke, işgallerle toprak genişletme; sömürge ve kolonilerle dünyayı köleleştirme gibi Emperyalist ve Kapitalist fikir mikroplarından tamamen uzak bu ülke, diktatör bir yönetime de asla imkan vermeyen Antik Yunan’dan miras demokratik yapısıyla emin olun ki dünyadaki bütün bencil siyasileri korkutmaktadır. Sizler an itibariyle geleceği şekillendirecek olan “insan odaklı devlet” anlayışının öncüsü bu ülkenin topraklarındasınız. Tarih, bu ideale yapacağınız yardımlara bağlı olarak sizi en güzel kelimelerle anmaya hazırdır. Hediyelik eşya dükkanımızda olan pulları alıp tanıdıklarınıza hediye etmeniz hali hazırda kurmuş olduğumuz dünya ülkemizi çok daha göz önünde ve güçlü kılacaktır. İnsanın içindeki insanlığı söküp alan Dünya Savaşı’nın sorumlusu ülkelerden uzaklaşıp size eşitlik, adalet, mutluluk ve en önemlisi insanlık sunan Insulo de la Rozoj’da toplanalım. Umut buradadır. Esperanto hayalimiz ve sıfatımızdır.”
Giorgio’nun böyle konuşmaları önce kulaktan kulağa sonra da ülkeden ülkeye yayıldı. Büyük devletler bu düzenbozun işini bitirme görevini de haliyle en yakın komşusuna vermişti. İtalya bize önce medya aracılığı ile saldırdı Beatrice. Adamızın vergi kaçırmak için kurulan bir girişim olduğu, gizli odalarında kumar oynatıldığı gibi asılsız iddialarla bizi lekelemeye çalıştılar. Onlarca Giorgio’nun konuşmaları da bu sistemi saklama amacı taşıyan bir kılıftı. Bazı gruplar var olmayan bir ülkenin hayal gören delileri olduğumuzu söylüyordu. Hatta bu yüzden medya, o zamanlarda çıkmış ünlü bir Beatles şarkısından esinlenerek Giorgio’ya “Nowhere Man” lakabını takmıştı. Giorgio bundan nefret etmişti, bir keresinde bana “Bunlar kesinlikle hayatımda gördüğüm en aptal böcek topluluğu.” Dediğini hatırlıyorum.
Keşke bize saldırıları böyle sözlü ve aptal esprilerle kalsaydı, bunun için neler verirdim tahmin bile edemezsin Beatrice. Ama Zamenhof gibi cesur yaşayıp da sonumuzun ondan farklı olmasını bekleyemezdik heralde. Sonuçta dünya bir mayın tarlasıydı, bizler için çizilmiş olan çemberin dışına çıkarak temiz bölgeyi terk edersek her an her adımda patlamamız işten bile değildi.
Ve buradaki “patlama” kelimesini de bir metafor olarak kullandığımı sanma. Bak işte, o tarihten kalma bir gazeteyi sakladım, haberi burada. 1968’in sonlarına doğru İtalyan hükümetinden gelen yazılı tehditler iyice artmıştı. Giorgio’nun bu süreç zarfında yaptığı belki de tek hata bu tehditleri önemsemeyecek kadar ülkeye ve halka güvenmesiydi. Bizden hiçbir cevap gelmeyince en son Ocak ayının ortalarında bir gün İtalyan polisi helikopterle Insulo de la Rozoj’a indi. Zorla adanın yönetimini ele geçirdiler. Fakat bu bile içi nefret ve kıskançlık dolu bir güruhu tatmin etmemiş olacak ki tarihler 13 Haziran 1969 u gösterdiğinde polisler bizi tahliye ettikten hemen sonra Insulo de la Rozoj İtalyan Donanması tarafından havaya uçuruldu. Yıkılmış platformu görüyorsun değil mi Beatrice? Yok edilmiş ülkemiz. Bizim güzel hayalimiz…
***********
Büyükbaba Enrico son sözlerinden sonra oturduğu koltukta iyice arkaya yaslandı ve başını tavana çevirip uzun bir süre hareketsiz kaldı. Sonrasında geçmişe dair aradığı cevapları tavanda bulamayan gözleri yorgunluktan kapandı.
Beatrice uyuyakalan büyükbabasının elinde sıkıca tuttuğu gazetesini biraz uğraş sonucunda almayı başardı. Gazeteyi katlayıp yandaki masaya koydu ve büyükbabasına baktı, bir kere uyuduktan sonra uyandırılmaktan nefret eden bu ihtiyarı yatağına gitmesi için ikna etmeye çalışmak anlamsız olacaktı. Dolayısıyla ışığı kapatıp yavaşça odadan çıktı.
Denizin altındaki Insulo de la Rozoj’un yıkıntılarından kulağına tarihi melodiler geliyordu.