Her yer karanlık…

Sanki çok uzun zaman geçmiş gibi ışığı görmeyeli. Hayal meyal aklımda nasıl göründüğü fakat soluşu daha yeni filizlenen bir kardelen gibi kök saldı zihnime.

Issız bir yolda yürüyorum. Her yer karanlık ve sadece ay ışığı aydınlatıyor yolu. Birkaç kavak ağacı ve eski telefon direkleri harici etrafta pek bir şey yok. Zaman algımı kaybetmek üzere ne kadar zamandır yürüdüğümü düşünüyorum. Ayaklarımı zorlukla hareket ettiriyorum, ruhum susamış ama vücudumun su içecek mecali yok ve ben amaçsızca ıssızlığın ortasında yürüyorum. Bir süre sonra kayalık bir yerde yolun sonu görünüyor. Nem ve tuz kokusundan deniz kenarında olduğumu anlıyorum ve yolun bitimine yürüyüp denizin karanlık mavisine bakıyorum, amaçsız. Bir rüzgar esiyor ve ruhum az da olsa serinliyor. Uzakta bir şimşek çakıyor, az biraz aydınlanıyor gecenin karanlığı, şimşek isini takip ediyorum ve sağ tarafta biraz uzakta belli belirsiz bir ışık görüyorum ve o tarafa doğru yürümeye başlıyorum. Işığa her yaklaştığımda rüzgar biraz daha şiddetleniyor, oraya ulaşmamı istemezcesine ve karşı koymaya gücüm olmadığını bilircesine. Sırtımı rüzgara dönüyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Ayaklarımın yerden havalandığını hissediyorum ve gözlerimi açtığımda bir kapının önünde buluyorum kendimi. Tek katlı ahşap bir kulübenin önündeyim. Penceresinden loş, turuncu bir ışık sızıyor. Kapıya vuruyorum ama ses gelmiyor. İkinciye vurduğumda “Kapı açık, gelebilirsin.” diyor bir ses. Güzel bir kadın sesi. Biraz zorlanarak kapıyı itip içeriye giriyorum. Bir masa, iki sandalye, masanın üstünde iki kase ve üç tane mum duruyor. İçeride mumların ışığından başka ışık yok. Kapıyı kapatıyorum ve bir elinde iki bardak diğer elinde bir siyah bir şişe olan beyaz elbiseli bir kadın geliyor. Aydan daha beyaz bir teni ve cehennemin yedinci katındaki alevlerden daha kırmızı saçları var:

“Biraz geciktin, hadi gel, çorbanı soğutma.”

Kadını tanımadığıma yemin edebilirim fakat o anda sanki eski bir dostu görmüş gibi hissediyorum kendimi. Kadın bardakları ve şişeyi masaya bırakıyor ve masanın bir ucuna kadın diğerine ben oturuyorum. Kasede beyaz, sebzeli bir çorba var. Bir kaşık alıyorum ve ruhumun ısındığını hissediyorum. İkinci kaşığı aldığımda kadın bardakların birini alıp yanıma geliyor. Şişenin mantarını açıyor ve bardağa kırmızı yoğun bir içecek dolduruyor;

“İç, kendini daha iyi hissedeceksin.”

Bardağı alıp içecekten bir yudum alıyorum. Tatlı ve sıcak içecek gırtlağımdan geçip içimi ısıtıyor. Kadın hayran bakışlarla beni izliyor. Konuşmak istiyorum ama kelimeler boğazıma düğümleniyor. Elini omzuma atıyor ve sol bacağıma oturuyor. Önce yanağımı, sonra saçlarımı okşuyor. Yüzünü bana yaklaştırıp dudağıma ıslak bir öpücük konduruyor. Bardağı alıp bana uzatıyor; “iç!” diyor sadece. Kayıtsız şartsız dediklerini yapıyorum ve içecekten bir yudum daha alıyorum fakat bu sefer tatlı değil, metalimsi bir tat alıyorum içecekten;

“İçtiğin senin kanın, yediğin de hatıraların.” diyor bana ölümcül bir gülümsemeyle. Kasenin içine bakıyorum ve sebze yerine çürümüş et parçaları görüyorum. Kadın yüzümü yüzüne çeviriyor. Beni yine öpüyor, dudaklarımdan boynuma iniyor ve dişlerini boynuma geçiriyor. Başını kaldırdığında gözlerinin ve saçlarının en karanlık geceden daha siyah olduğunu görüyorum. Dudaklarından kırmızı olması gereken yerde siyah bir sıvı süzülüyor;

“Her günahın bir bedeli vardır.” diyor bana ciddi bir yüz ifadesiyle. Elimi tutup havaya kaldırıyor. Bileğimde boydan boya bir kesik görüyorum. Tırnaklarını var gücüyle batırıyor kesiğe, canımı acıtmak istiyor fakat hiçbir şey hissetmiyorum. Elimi göğsüne götürüyor, kalp atışını hissedemiyorum;

“Artık kalbim atmıyor, tekrar atmasını sağlayabilir misin? Bana hayat verebilir misin?” diyor,

“Ben tanrı değilim!”diyebiliyorum sadece. Gözlerindeki karanlığı gözlerime dikiyor. Önce zihnim kararıyor, sonra gözlerim.

 

Tiz bir siren sesiyle açıyorum gözlerimi. Her yer karanlık…

Biraz sonra cızırtıyla ışıklar açılıyor ve floresandan yayılan ışık gözlerimi alıyor, bir süre bir şey göremiyorum. Görebildiğimde küçük bir hücrede olduğumu idrak ediyorum, tekrar ve tekrar. Ne zamandır buradayım ve ne zaman çıkacağım, hiçbir fikrim yok ve bu hücreye girdiğimden beri hep aynı kâbusu görüyorum. Hep aynı kadın ve hep aynı karanlık. Çıplağım ve vücudum morluklarla dolu. Artık canım yanmıyor. Bunun bana kimin yaptığını ve neden yaptığını dahi bilmiyorum. İlk zamanlar morluklar acıyordu, şimdi hiçbir şey hissetmiyorum. Uzaktan demir kapının açılma sesini duyuyorum. Ayak sesleri hücreme doğru yaklaşıyor ve kapının önünde duruyor. Kapının önündeki kişi kapının altındaki ufak kapağı kaldırıyor, içeriye bir sandviç, bir sigara ve bir kibrit bırakıyor;

“Her günahın bir bedeli vardır!” deyip kapağı kapatıyor, ayak sesleri uzaklaşıyor ve demir kapının kapanma sesi kulaklarımda çınlıyor, her gün olduğu gibi. Yerimden kalkıyorum, o anda duvardaki delikten bir fare fırlıyor ve sandviçe saldırıyor. Fare ekmeği kemirirken yakalıyorum. Kafasını kendime çevirip kırmızı gözlerinin içine bakıyorum uzun uzun. Kafasını avucumun içine alıyorum ve var gücümle sıkıyorum. Tiz bir çığlık yükseliyor fareden ve ellerim kan içinde kalıyor, tekrar ve tekrar. Cansız leşini duvarın köşesine, diğer fare leşlerinin yanına fırlatıyorum. Kokuları artık burnuma lavanta parfümü gibi geliyor.

Sandviçe dokunmadan sigarayı alıyorum, kibriti çakıp sigarayı yakıyorum ve büyük bir duman alıyorum. Duvarın köşesine oturup fare leşlerine bakıyorum ve sigaramı içiyorum. Farenin kanı az da olsa üşümüş ellerimi ısıtıyor.