Tanıdık bir kokuyla açtı gözlerini. Yatağında doğruldu, anlamsızca etrafa bakındı. Hayatının çok çok öncesinden kalmaydı manzara. Ellerine baktı sonra, tırnak araları hafif kararmış çocuk ellerine. Hızlıca kalktı hafif sert yer yatağından, penceresi ahıra bakan odanın kapısını açtı ve doğruca banyoya gitti, ayna karşısına dikilip bakakaldı yansımasına. Çocuk gözlerini aynadaki yansımasının karışık, kahverengi saçlarında dolaştırdı. Sımsıkı kapadı gözlerini, tekrar açtığında kendinden biraz uzun bir kızın elini tutmuş, köyün toprak yolunda şarkı mırıldanarak yürürken gördü. Elini tuttuğu kıza baktı, konuşacak oldu konuşamadı. En son beyaz bir örtünün altında görmüştü o yüzü, karnının üzerindeki bıçak düşmesin diye titizlikle kaldırmıştı örtüyü, ablasına bir kez daha bakmak için. Cami kapısına kadar sadece tek bir şarkıyı mırıldanarak gittiler. İçeri girecekleri vakit tekrar kapadı gözlerini, açtığında önündeki kocaman kur’an a baktı, sonrasında da sağ eli kalçasını sıkarken sol eliyle satırları gösteren hocaya. Kalkmak istedi hocanın dizinden,  kalkamadı. Bağırmak istedi, hocanın sesini bastıramadı. İlkokul öğretmeninden tokat yerken gördü sonra kendini, tavuklara yem vermediği için kızılcık sopasıyla babasından dayak yerken. Eteğini kıvırıp diz üstüne çektiği için annesinin bacağını sıkıp “Orospu mu olucan başımıza?” diye cırtlak sesiyle bağırdığını işitti kulakları. Tekrar açıp kapadığında gözlerini Murat vardı bu sefer karşısında, üzerine ter kokusu sinmiş adamdan aldığı parayı sayarken gülümsüyordu.

Sonrasında yine karanlık orman patikasında ilerlerken gördü kendini yalın ayak. Ayak tabanına batan taşları hissetmiyordu bile artık. Yine o kulübeye çıktı yolu, penceresinde ışık olmayan.İçerisi zifiri karanlıktı. Kapıyı hafifçe ittirdi, açamadı. Var gücüyle tekrar denedi, kapı yerinden kıpırdamadı bile. Bir şimşek çaktı sonrasında, sonrasında gök gürültüsü çınladı kulaklarında. Şimşeğin ışığı ile bir gölge belirdi sağ tarafında. Arkasını döndü, Rüzgâr karşısında duruyordu. O anda bir yağmur boşandı fakat normal yağmıyordu, ılık ve yoğun damlalar gökten düşerken ellerini açtı, avuçlarına kan damlıyordu gökyüzünden. Sonra Rüzgâr’ın yüzüne baktı, gözleri gözlerine kilitlendi, Rüzgar sağ elinde tuttuğu silahı tam iki kaşının arasına doğrulttu ve tetiği çekti.

Namludan çıkan parlak beyaz ışığın gözbebeklerinde çakmasıyla uyanması bir oldu.

Gözleri pencereden sızan gün ışığından yanıyordu. Çok bitkin ve halsiz hissediyordu kendini. Yatakta doğrulmaya çalıştı, başaramadı. Etrafına bakındı zorlukla, duvarları tahtadan bir odadaydı, Sol tarafındaki pencereden güneş ışığı yüzüne vuruyordu. Sol elini kaldırıp siper etmek istedi ve elinin kelepçeyle yatağın demirine bağlı olduğunu fark etti. Elini kendine doğru çekti fakat hareketi kısıtlıydı. Zorladı, zorladıkça hem kolu sızlıyor hem de metal kelepçeler çok ses çıkartıyordu. Kolunda bandajlanmış bir şey vardı, kolunu hareket ettirdikçe sızlıyordu. Kablo tarzı şeffaf ince bir boru kolundan tepesindeki plastik torbaya bağlanıyordu. Biraz zaman geçti, odanın tahta kapısı açıldı. Rüzgar ağzında sigarası kapıya yaslanmış ona bakıyordu. Büyük bir nefes çekti, sigarasını ağzından çekip konuşmaya başladı:

“Sonunda uyanabildin ha? Bir an hiç uyanmayacaksın sandım, e o kadar dayağı yedikten sonra buna da şaşırmazdım.”

“Çöz lan beni göt!”

“Şşşşş yakışıyor mu senin gibi zarif bir kadına argo konuşmak? Lütfen ağzını bozma!”

“Rüzgar neresi burası? Niye bağlıyım lan ben?”

“Bekle biraz.”

İçeri gitti, musluğun açılma sesini ve akan suyun bir şeye dolma sesini duydu. Rüzgâr bir elinde eski bir sandalye diğer elinde bir bardak su ile geldi tekrar. Sandalyeyi yatağa yakın yerleştirdi. Eliyle Ohio’nun başını kaldırdı;

“İç hadi.”

Daha önce hiç su içmemiş gibi bardağın yarısına kadar içti, sonrasında hafifçe öksürdü. Rüzgar nazikçe başını yastığa geri koydu ve sandalyeye oturdu, ağzındaki sigaradan yine derin bir nefes çekti ve konuşmaya başladı:

“Ne hatırlıyorsun?”

“Nasıl ne hatırlıyorsun? “

“Bas baya ne hatırlıyorsun?”

“En son Murat yavşağı daireye girdi, bana vurdu ve yere kapaklandım, sonrası belli belirsiz.”

“Orada onun kafasına sıkmasaydım öldürecekti seni.”

“Teşekkür ederim ama beni ölümden kurtarıp da sonrasında neden kelepçelediğini de açıklar mısın?”

“Senin psikopat eski kırığın yüzünden milyon dolarlık iş bozuldu da o yüzden.”

“Ne işi ya? Kimsin sen? Sende silah ne arıyor bir kere? Ben seni bu kadar kısa bir sürede karıncayı bile incitmeyen biri olarak bildim, adam öldürmek ne?”

“Doğru tanıdın, hayatımda bir tane karınca bile ezmişliğim yok, en azından bilerek. Neyse, şimdi bunları konuşmayalım.”

Sandalyeden kalktı ve tekrar içeri gitti, biraz sonra elinde bir aynayla geri geldi. Tekrar sandalyeye oturdu ve aynayı Ohio’nun yüzüne tuttu. Gördüğüne inanmakta biraz zorluk çekti, pürüzsüz yüzü morluklar içindeydi, üst dudağının sağ tarafı şişmişti ve burnu bandajlıydı.

“Üç gündür uyuyorsun, birkaç defa da gidip geldin, dayanıklı hatunmuşsun takdir ettim, senin yediğin dayağı başkası yese şimdiye çoktan toprağın altına girmişti, kan kaybını saymıyorum bile. Alt taraftaki kanı zorlukla durdurdum ve sanırım uzun süre ağrı çekeceksin. Şu an olmayabilir çünkü sen uyanmadan bir saat önce morfin verdim. Hadi şimdi dinlen, bir şeye ihtiyacın olduğunda seslen, genelde verandada geçiriyorum vaktimi ama duyarım, ev baya küçük.”

“Ne zaman bırakacaksın beni?”

“Bir süre benimlesin, sonrasına bakacağız.”

Elini silah gibi yapıp Ohio’ya doğrulttu, ateş edermiş gibi kaldırıp göz kırptı ve kapıyı kapattı.

 

***

 

Rüzgâr’ı sadece günün belli başlı saatlerinde görüyor, onda da konuşma çabalarına karşın karşısında kapı duvar buluyordu. Kelepçeleri sadece tuvalet ihtiyacını karşılamak için çözüyor, onda da mahremiyetin esamesi okunmuyordu. İki haftanın sonunda Ohio’nun gücü kuvveti bir nebze yerine gelmişti, Rüzgâr da bunun farkındaydı ama halen bu saçma esareti devam ettiriyordu.

Sabah kahvaltısını getirdiğinde büyük bir bıkkınlık ile konuştu;

“Rüzgâr… Yeter artık. Ya beni öldür ya da serbest bırak. Ne düşünüyorsun ya da ne yapmaya çalışıyorsun bilmiyorum ama ben artık bu işten çok sıkıldım. Lütfen, biraz hatırım varsa ya beni bırak ya da öldür.”

Rüzgar elindeki tepsiyi yere bıraktı. Sandalyeye oturdu, cebinden paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Büyük bir nefes alıp tavana bakarak konuşmaya başladı:

“Seni öldürecek olsam o akşam yapardım. Yok, niyetim bu değil, niyetim seni korumak.”

“Neden, kimden korumak?

“Deşifre oldum, sayende.”

“Nasıl yani? Ben ne yaptım da deşifre oldun?”

Sigarasını tahta zemine attı ve ezdi. Yüzünü Ohio’ya döndü, elleriyle saçlarını arkaya attı ve gözlerini Ohio’nun gözlerine dikti;

“Öldüreceğim adam ona müzisyen olarak yaklaşacağımı biliyordu. Öyle ki onunla teması olan ya da olacak olan müzisyenleri takip ettirmiş. O akşam senin götünü kurtarmam beni deşifre etti. Silah kullanmayı bilen biri karanlıkta ateşlenen silahtan nasıl bir ışık yayıldığını da bilir, ucunda susturucu olmasına rağmen. O gece, beni takip eden herif bizim sokağa zulalandı, tabi ben bunu birkaç saat önceden fark ettim ve ışıkları kapatıp evde beklemeye koyuldum. Aslında… Neydi adı, Murat mıydı?”

“Evet, Murat.”

“Hah, o Murat puştunun seni bulması, sana saldırması ve benim onu öldürmem büyük şans oldu çünkü bu sayede herifçioğlu apartmana girdi. Seni ve yanında yatan leşi gördü, tabi senin yaşadığını da fark etti, direkt patronuna haber verdi. Sonrasında ben onu da öldürdüm tabii ama seni orada bıraksam beni bulmak için sana o akşamkinden daha sert ve acı verici şeyler yapacaklardı. Kısaca; seni bırakırsam anında bulurlar ve türlü işkencelere maruz kalırsın, ölmek için yalvarır ama ölemezsin.”

“Madem beni korumak için beni buraya getirdin o zaman kelepçeler niye?”

“Dik başlı biri olduğunu ve kafana koyduğunu yapacağını bilecek kadar tanıdım seni. Seni bağlamasam, yine de olanı biteni anlatsam rahat durmayacaktın ve gidecektin, sonrası da malum işte.”

“Peki, ne olacak şimdi?”

“Bu kulübeden dışarı adım atmayacağına ikna olana kadar o kelepçeleri çıkartmayacağım, olacak olan bu.”

“Ya seni ikna edersem ve bunun rol olduğunu çakmazsan.”

“Yavrum, bizi böyle ufak insani oyunları anlayalım ve işimizi en iyi şekilde yapalım diye eğittiler.”

“Cesetler ne oldu?”

“Simitçi çağırdım, hallettiler.”

“Simitçi nasıl halletti?”

“Normal bildiğimiz simitçi, sadece bunlar arabalarında simidin yanında asit dolu plastik bidonlar taşırlar, cesetleri parçalayıp bu asit bidonlarının içinde eritirler sonra da olay yerini en ince detayına kadar temizleyip bidonları turşuculara teslim ederler, turşucular da önceden belirlenmiş yerlere teslim edilen artıkları boşaltıp imha ederler ve iş biter.”

“Şimdi ben yaklaşık üç aydır bir terörist ile mi arkadaşlık yapıyordum?”

“Ben terörist değil kiralık katilim.”

“Ne fark eder? Baya örgüt gibi çalışıyorsunuz işte.”

“Örgüt evet ama teröristlik çok farklı şey, ben masum hiç kimseyi öldürmedim!”

Duydukları ağır gelmiş olacak ki Ohio bir müddet konuşmadı, sonrasında bir sigara istedi, iyileşme sürecinde hiç sigara içmemişti, ilk dumanında sigara çarptı zihnini birkaç dakikalığına, gözlerini tahta duvara dikti, sigarasını içti ifadesiz ve sessiz.

Rüzgâr yerden kahvaltı tepsisini alıp yatağının yanına koydu, kapıyı çekip odadan çıktı. Tüm gün bir daha odaya gelmedi. Ohio olanı biteni düşündü tüm gün, öyle ki düşünmekten kahvaltı tepsisine dokunmadı bile. Anlamaya çalışıyor ama başaramıyordu. Bir süre sonra düşünmek ağır geldi, göz kapakları ağırlaştı ve huzursuz bir uykuya daldı.