Kulübeye geldiğinden beri yaklaşık bir buçuk ay geçmişti. Artık toparlanmıştı, morlukları gitmişti ama halen ara ara kasıklarında hafif sancılar hissediyordu. Geldikten bir süre sonra onu yatağa mahkûm eden kelepçeler de çıktı bileklerinden. Kaçmak için çok fırsatı oldu ama kulübeden en fazla birkaç yüz metre uzaklaştı, o da içeride sıkılıp yürüyüş yapmak için. Rüzgâr’ın anlattıklarından sonra oradan ayrılırsa bulunma ve öldürülme korkusu sarmıştı düşüncelerinin çoğunu. Garip bir güven duygusu yaşıyordu ormanın içinde. Etrafı görünmez bir kubbe ile kaplı, dünyadan izole bir yer gibiydi onun için. Güvenli alanını kaybetmek işine gelmezdi. Aslında artık kendi eviymiş gibi de yaşamaya başladı. Kulübenin günlük temizliğini ve yemekleri yapıyor, bulaşık ve çamaşırları yıkıyor, hatta bazen Rüzgâr olmadığı günlerde şömine için odunları bile kırıyordu. Kulübenin içinde pek fazla eşya yoktu. İki büyük kanepe, cam kenarında deri bir koltuk, bir masa ve iki sandalye. Rüzgâr genelde şöminenin karşısındaki kanepede yatıyordu. Birkaç defa orada kendisinin yatması gerektiğini söylediyse bile kabul ettiremedi. Ev işlerinden kalan zamanı kitap okuyarak geçiyordu. Kulübenin bir duvarı tamamıyla kitaplıktı. Brautigan’dan başladı, kıyısından köşesinden Bukowski’ye bulaştı. İşlerini hallettikten sonra tekli koltuğa kuruluyor, kitabını okuyup kahvesini içiyor ve bol bol blues ve southern rock dinliyordu.
Neredeyse hiç sohbet etmiyorlardı. Zaten bir tek yemek esnasında yüz yüze geliyorlardı ve genelde Rüzgâr geceleri kulübede olmuyordu. Ohio birçok kez konuşmaya çalıştıysa da kelimeler dilinden dökülemedi. Belki artık karşısında tanıdığı insan olmadığından çekiniyordu konuşmaya, belki de içten içe gereksiz buluyordu. Rüzgâr’ın tavırlarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu fakat başaramıyordu.
Sabah yine gün doğumundan biraz sonra kalktı. Odadan çıktı, Rüzgâr kanepede değildi. Tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı, sonrasında dışarıdan odun alıp sönen şömineyi tekrar alevlendirdi. Kahvaltı hazırlamak için mutfağa gittiğinde buzdolabının üzerinde bir not gördü:
“Bir hafta kadar gelmeyeceğim, malum sebepler…”
Notu büzüştürüp çöpe attı. Basit bir kahvaltı hazırlayıp günlük temizliğini yaptı. Ormanda biraz dolaştıktan sonra kulübeye geldi. Şömineye birkaç kalın odun attı, kanepeye uzandı ve şömineye dikti gözlerini. Alevler göz bebeklerinde dans ederken uykuya daldı.
Rüyasında beyaz bir boğa gördü, boynuzlarından toynaklarına kadar bembeyaz. Bir süre boğa ile göz göze geldiler, sonra boğa arkasını dönüp yavaş adımlarla ormana doğru yürümeye başladı. Boğayı takip etti, sık ağaçların içinde bir süre yürüdükten sonra bir açıklığa geldiler. Açıklığın ortasında üstü sarmaşıklarla kaplı bir çardak, önünde de bir çeşme vardı. Boğa çeşmeye yanaştı ve başını çeşmeye daldırdı. İçtiği her yudum boğazından geçerken hafif dalgalanıyordu ve her dalgalanışta boğa parlıyordu. En sonunda öylesine parladı ki saf bir ışık halini aldı. Işık insan şekline büründü, söndüğünde bembeyaz uzun saçları olan ve boğanın kendisi kadar beyaz bir varlık duruyordu karşısında. Erkek ya da kadın değildi, çıplaktı ve cinsel organı yoktu. Yüzünü Ohio’ya döndü, hafif bir tebessüm etti ve çardağın içine yürüdü. Çardağın içinde ipek örtüler serili bir yatak, yatağın içinde de çok güzel bir kadın vardı. Öyle ki kadının saçları yeni olgunlaşmış dağ çileklerinden daha kızıldı. Varlık örtüyü kaldırdı, kadının yanına oturdu, önce saçlarını kokladı, sonra kadını öpmeye başladı. Kadın yastığın altından bir bıçak çıkardı ve varlığın karnına sapladı. Bıçağı çektiğinde kan yerine katran karası bir sıvı boşaldı kesikten. Boşaldıkça varlık kararıp kurumaya başladı. Kadın ağzını kesiğe dayadı ve akan siyah sıvıyı içmeye başladı. Sonrasında varlık yüzünü tekrar Ohio’ya döndü, kahkaha atmaya başladı, kahkaha bir süre sonra tiz ve gerici bir çığlığa dönüştü.
Yerinden zıpladı. O kadar gerilmişti ki zangır zangır titriyordu. Şömineye attığı odunlar köz olmuş, kulübenin içi oldukça soğumuştu. Yerinden doğrulup bir sigara yaktı, sonrasında çaydanlığa kahve suyu koyup dışarıdan birkaç odun daha aldı ve şömineyi tekrar harladı. Kahvesini hazırladı ve bir sonraki geceye kadar gözüne uyku girmedi.
***
Rüzgâr bir haftadır yoktu, açıkçası merak da etmiyordu fakat ormanın ortasında yalnız başına kalmak artık yavaş yavaş korkutmaya, tedirgin uyumasına neden oluyordu. Erzak ve sigara baya azalmıştı ve Rüzgâr’ın ne zaman geleceği belli değildi. O rüyayı gördüğünden beri geceleri ayakta geçiriyor, gün doğumunda uyuyor ve birkaç saat sonra da kalkıyordu. Uyumadan önce kulübenin kapısını kilitliyor hatta sağlam olsun diye deri koltuğu kapının önüne çekiyor ve yastığının altına bıçak koyuyordu. Geceyi yine ayakta geçirmişti, yine gün doğumuna yakın uyumuştu. Bir süre sonra kapı vurulmasına zıplayarak uyandı. Önce ses vermedi, kapı ikinciye sertçe vurulunca yastığın altından bıçağı alıp kapının arkasına yürüdü. Yarım dakika kadar ses verip vermemekte kararsız kaldı, sonra tüm tedirginliği ile konuştu;
“Kimsiniz?”
“Kapıyı aç tatlım, Rüzgâr’ın geldiğimden haberi var.”
Kapı yanındaki pencerenin perdesini çok hafif araladı, kapının önünde uzun boylu biri duruyordu fakat tam olarak seçemedi. Yine tedirgin kapının arkasından seslendi;
“Nereden bileceğim Rüzgâr’ın haberi olduğunu?”
“Tatlım, eğer kötü niyetli biri olsaydım eve girdiğimden haberin bile olmazdı. Bu evde nereden nasıl girileceğini bilecek kadar çok vakit geçirdim.”
Deri koltuğu kapının arkasından çekti. Kilidi çevirdi, bıçağı sağ elinin arkasına aldı, tamamen kapının arkasında kalacak şekilde kapıyı hafifçe açtı. Uzun boylu, omuzları geniş, uzun beyaz saçları olan, beyaz mont altında lacivert dar bir pantolon giymiş, siyah kol çantalı, gözünde güneş gözlüğü hoş bir kadındı kapının önündeki. Teni o kadar beyazdı ki gecenin kör karanlığında parlayan dolunaydan daha beyazdı.
“Buyurun kimsiniz?”
“Ay sabahtan beri kimsiniz kimsiniz, kıçım dondu soğuktan burada, çekil de içeri girip ısınayım.”
Yıllardır kadının emri altındaki bir köleymiş gibi söyleneni yaptı ve kapıyı açtı. Kadın iki mor valizle eve girdi. Tekrar dışarı çıktı, bu sefer de iki büyük siyah poşetle içeri girdi.
“Al tatlım bunlar senin, Rüzgâr’dan.”
Poşetler o kadar ağırdı ki Ohio iki seferde götürebildi. Masanın üzerine çıkarıp poşetleri inceledi, temel mutfak malzemeleri ve sigara vardı poşetlerin içinde. O poşetleri incelerken kadın montunu çıkarıp şöminenin karşısındaki kanepeye oturdu, çantasından sigarasını çıkarıp yaktı. Birkaç dakika sonra Ohio da diğer kanepeye oturdu, kadın sigarasından büyük bir nefes alıp gözlüklerini çıkardı, kıpkırmızı gözleri vardı.
“Toparlamış gördüm seni tatlım.”
“Tanışıyor muyuz?”
Kadın tiz bir kahkaha attı, sigarasından bir duman daha alıp tekrar konuşmaya başladı;
“Ah tatlım, tabii sen nereden tanıyacaksın beni. Seni buraya taşırken bilincin yerinde değildi. Ben Sasha, yaralarını tedavi ettim.”
“Ohio, memnun oldum.”
“Rüzgâr’ın işi uzadı, bir süre daha gelmeyecek. Bana söyledi, ben de o gelene kadar sana göz kulak olmaya geldim, sanki başka işim gücüm yokmuş gibi.”
“Sen de mi tetikçisin?”
“Tetikçi mi? Hahahahah mafya dizisinde miyiz ayol? Değilim tatlım, ben istihbarat toplarım ve alet edavat temin ederim.”
“Peki, Rüzgâr ne zaman dönecek?”
“Bilmiyorum, açıkçası senin olaydan beri ben pek işlerin içinde değildim. O şu anda başka bir ekiple çalışıyor. Merak etme burayı benim haricimde kimse bilmez.”
“Yok, ondan değil, sadece kim olduğunu bilmediğim için biraz tedirginim.”
“Anlıyorum tatlım, merak etme, benim yanımda sana bir şey olmaz.”
Birkaç gün pek konuşmadılar. Sahsa genelde evin dışında geçiriyordu vaktini, sürekli telefon konuşmaları yapıyor, günde iki defa duş alıyor ve neredeyse kahve ve sigara harici hiçbir şey yiyip içmiyordu. Suskunlukları o birkaç günün ardından son buldu. Uzun uzun sohbet etmeye, birbirlerini tanımaya başladılar.
Sahsa; albino bir trans kadındı. Rüzgâr ile yetimhaneden arkadaşlardı, bu yüzden de örgüt içindeki en güvendiği insan Sasha’ydı. Rüzgâr’dan birkaç yaş büyüktü ve çok hoş bir kadındı. Örgüte beraber katılmışlar fakat vücudu ağır eğitimleri kaldıramadığı için Sasha simitçi olmuştu. Sabahları mecburen erkek kimliğinde açarmış tezgâhını, akşamları da gece kulüplerinde zennelik yaparmış, bu şekilde de operasyonlar için istihbaratı toplarmış.
Beraber iki hafta geçirdiler, sanki kırk yıllık arkadaşlarmışçasına aralarındaki iletişim o kadar sıkıydı ki bozulması imkânsız hale gelmişti. Hatta bazı günler Sasha Ohio’ya atış talimi bile yaptırmıştı. Haftada bir Sasha erzak almak ve işlerini halletmek için birkaç saatliğine kulübeden ayrılıp geri dönüyordu.
O akşam yemekten sonra oturmuş şöminenin önünde kahve sigara yaparlarken kapı birden çarparak açıldı ve Rüzgâr kendini hızlıca içeri atıp kapıyı üzerinden kilitledi. Tek eliyle masayı kapının önüne itti, ışıkları kapadı, şöminenin yanına bıraktı kendini. Ohio ne olduğuna anlam vermekte zorluk çekerken Sasha hemen Rüzgâr’ın yanına koştu. Sağ omzuna bir bez bağlıydı ve bezin altından kan süzülüyordu.
“Ne oldu sana?”
“Deşifre oldum Sasha, biri bizi sattı!”
“Nasıl biri bizi sattı?”
“Baya sattı lan işte!”
Ohio’ya dönüp konuşmaya başladı:
“Kız bakma öle mal mal git ilkyardım çantası filan getir.”
Ohio panik halinde ne bulduysa getirdi. Sasha kurşun yarasına pansuman yaptı, mutfaktan bir bıçak aldı, şöminede bıçağı birkaç dakika kızdırdı ve Rüzgâr’ın koluna bastı, yarayı sardı ve Rüzgar’ı kaldırıp kanepeye yatırdı. Birkaç saat uyuduktan sonra sonra kalktı. Bir sigara yaktı ve acı içinde konuşmaya başladı:
“Adam öğlen otele giriş yaptı, yalnız olması gerekirken altı tane korumayla gelmiş, ilk önce biraz kıllandım ama ihtimal vermedim. Yemek servisinde işi bitirecektim, asansörden indim, köşeyi döner dönmez üzerime ateş açılması bir oldu.”
“Nasıl olur? O otelde tek servis yapan sen misin?”
“Biri biliyordu, servis personeli içinde benden başka uzun saçlı olan yok. Biri biliyordu. Asansörden indim, koridorun köşesini döndüm, korumalar beni görür görmez ateş etmeye başladılar. Çok pis tufaya geldim kardeşim.”
“Dedim sana ben de geleyim diye, dinlemedin beni.”
“Seni riske atamazdım kardeşim. Adam sadece kattaki korumalarla gelmemiş, oradan sıyrıldım, arka kapıdan çıktım, motoru otelin birkaç sokak ilerisine bırakmıştım, herifler motorumun yerine kadar biliyorlardı Sasha, çok kötü tufaya geldim.”
“Kim olabilir? Aklına biri geliyor mu?”
“Gelmiyor ama kızı kurtardığımız gece de belli ki aynı kişi söyledi o adamlara yerimi.”
“Kimin haberi vardı?”
“Senin haricinde iki kişi, Halim ve Mehtap. İkisi de konuşmazlar.”
“Kesin o Mehtap orospusu satmıştır seni.”
“Yapmaz kardeşim, yapmaz, biliyorum.”
“Ne olacak şimdi?”
“Bunu içeri aksettirmeden bizim çözmemiz lazım.”
“Nasıl çözeceğiz?”
“Bilmiyorum kardeşim, inan şu an hiçbir bok bilmiyorum.”
Ohio üç dal sigara çıkardı paketinden. Üçü de şömine alevine bakarak sigaralarını içtiler, düşünceli ve tedirgindiler.