Henüz bu sabah taşınmıştı. İki senedir bu şehirdeydi ve bu taşındığı beşinci daireydi. Öğleden önce, binanın yan tarafındaki bakkaldan anahtarları alıp yeni evine geldi. Üç katlı, muhtemelen en az kırk yıllık olan fakat dıştan yeni görünen bir apartmandı. İlk iki katında ikişer daire, en üst katında dubleks bir daire vardı. Dairesi ikinci kattaydı, anahtarı kilide sokup çevirdi, kapıyı açtı ve eşyalarını içeri taşıdı. Sadece kıyafetlerinin olduğu iki bavul ve kitaplarının olduğu orta boy bir kutuya sahipti eşya olarak. Eşyalarını içeri koydu ve kapıyı kapadı, hafif bir rutubet kokusu vardı evin içinde.
Stüdyo bir daireydi burası; kapıdan içeri girdiğinizde geniş bir salon, salonun sağ duvarına bitişik bir kanepe, ortada bir sehpa, sehpanın üzerinde bir küllük, sol duvarına monte edilmiş bir televizyon, televizyonun altında bir masa ve iki sandalye, kapının solunda ufak bir mutfak tezgâhı, tezgâhın altında bir çamaşır makinesi, makinenin tam karşısında küçük bir banyo/tuvalet. Kapının sağında; içinde tek kişilik bir yatak, bir çalışma masası, mini buzdolabı ve gardırop olan salondan biraz daha küçük bir yatak odası vardı. Önceki evine göre çok küçüktü fakat diğer dört seferde oldu gibi bu sefer de mecburiyetten taşınmıştı.
Kendini koltuğun üstüne bıraktı. Oturduğunda koltuktan bir toz bulutu kalktı, tozla birlikte iki kez peş peşe hapşırdı, toza alerjisi vardı. O gelmeden evin temizleneceğini söylemişlerdi fakat bu sadece yüzeysel bir temizlik olmuştu, bu halının kenarındaki siyah toz öbeklerinden anlaşılıyordu. Hafif sinirli bir halde giriş katına indi, merdivenin altından apartmanın temizlik malzemelerini ve elektrikli süpürgeyi alıp dairesine çıktı. İkindi vakti temizliği bitirdi. Anahtarlarını ve cüzdanını alıp biraz ilerideki büyük markete gitti. Bir tane tabak, birer tane tatlı kaşığı, yemek kaşığı, çatal ve bıçak, bir tane geniş kupa, büyük boy su bardağı, çekirdek kahve, şampuan, duş jeli ve iki paket sigara alıp eve geri geldi. Poşetlerin içinden şampuan ve duş jelini, bavullarından birinden de havlusunu çıkardı ve kendini soğuk suyun altına bıraktı. Duştan çıktıktan sonra mutfak dolaplarını açtı, iki tane tencere, bir tava ve bir tane oldukça eskimiş çaydanlık buldu. Çaydanlığı aldı, altını ağzına kadar suyla doldurdu, ocağı açıp kaynamaya bıraktı ve kendini tekrar koltuğa bıraktı. Başını duvara yasladı ve gözlerini kapadı. Bir süre sessizlik içinde öylece kaldı ve kaynayan suyun çaydanlıktan taşıp ocakta çıkardığı COOOOSSSS sesiyle irkildi. Poşetleri boşalttı, aldıklarını raflara dizdi, kupayı biraz çalkalayıp üç yemek kaçığı kahvenin üstüne kaynar suyu döküp kahvesini hazırladı. Telefonundan güzel bir şarkı açtı, havlusunu çıkardı ve çıplak vaziyette salona kuruldu. Bir sigara yaktı, kahvesinden bir yudum alıp şarkının sakinliğine bıraktı kendini. Saat altı gibi giyinip müşterisiyle buluşacağı otele gitti.
Taksi sokağa girdiğinde saat gece yarısı birdi. Eve girdi ve kıyafetlerini kapı eşiğinde çıkarıp direkt duşa girdi. Çıkınca bir sigara yaktı ve sigarasını içerken saçlarını kurulamaya başladı. Sigarası bitince yatak odasına geçti, aynanın karşısına geçti, havluyu üzerinden çıkarttı ve bir süre aynadaki yansımasına baktı. Çoğu kadına göre güzeldi; sırtının ortasına kadar gelen düz siyah saçlar, siyah kaşlar, kahverengi gözler, zarif ve temiz yüz hatları, büyük göğüsler, dolgun kalçalar ve ölüm anında görülen ışık kadar beyaz bir ten. Bazen hayran kalırdı görünüşüne, bazen de nefret ederdi. Üzerine eski bir tişört, altına siyah, saten bir şort geçirdi. Işıkları ve telefonunu kapatıp uyudu.
İlginç bir rüya gördü uykusunda…
Rüyasında devasa ağaçlardan oluşan bir ormandaydı ve ormanın derinliklerine giren toprak bir yolda yürüyordu. Güzel bir histi toprakta yalın ayak yürümek. Öyle ki; serin ve hafif yumuşak toprağa attığı her adımı içini ferahlatıyordu. Zifiri karanlıktı fakat karanlığa rağmen yolunu bulabiliyordu. Bir süre sonra bir kulübeye vardı. Kapıyı açtı ve içeri girdi. kulübenin içinde bir masa, masanın üzerinde yanan iki mum ve üç büyük kâse vardı. Masaya yaklaştı ve kâselerin içine baktı, birinde yarısı çürümüş kesik bir baş, birinde kâsenin ağzına kadar dolu kan ve diğerinde de su vardı. Su o kadar berraktı ki karanlığın içinde resmen parlıyordu. Sonra bir el dokundu omzuna. Döndü ve elin sahibine baktı. Başında bir kukuleta olan kısa boylu biriydi, yüzü seçilmiyordu. Masaya yaklaştı, kan dolu kâseyi aldı ve çürümekte olan kafanın üzerine boşalttı. Sonra parmaklarını suyun içine daldırdı ve kan ile kafanın olduğu kâseye parmaklarını salladı. Birkaç damla su düştü parmaklarından, damlalar her düştüğünde kâsenin içindekiler sarı ve sıcak kumlara dönüştü. Kukuletalı kişi ona döndü ve kukuletasını indirdi, daha önce hiç görmediği yaşlı bir kadın vardı karşısında. O kadar güzel bir yüzü ve o kadar güzel bir gülümsemesi vardı ki neşe ile doldu içi. Yaşlı kadın elini mumlardan birine götürdü, karanlıkta dans eden alevlerden birini avucunun içine aldı, elini havaya kaldırıp avucunu açtı, alev yaşlı kadının avucundan tavana kadar yükseldi, yükselirken de büyüdü. Kulübenin içi aydınlandı, yaşlı kadın parmaklarını suyun içine daldırdı yine ve yüzüne götürdü, parmaklarıyla alnına dokundu ve yanağını okşadı, şefkat kapladı içini. Diğer elini kum dolu kasenin içine daldırdı. Çıkardığında avucu kapalıydı, kapalı olan avucunu tekrar suya soktu, diğer eliyle sol elini tuttu ve elinin üzerinde avucunu açtı, uzunca altın bir ok başı olan altın bir zincir düştü eline. Tekrar yüzünü okşadı anne şefkatiyle;
“Günahlarını kabullen, kendine güven ve gelen yardımı geri çevirme.”
Uyandığında güneş yüzünün bir kısmına vuruyordu. Çaydanlığı doldurup ocağı açtı ve tuvalete gitti. Yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladı. Küçük bir balkonu vardı, sandalyelerden birini balkona çıkardı, kahvesini hazırladı ve sigarasıyla telefonunu alıp balkona çıktı. Bir sigara yaktı, kahvesinden büyük bir yudum alıp telefonunu açtı, saat on buçuğu geçiyordu. Dört cevapsız arama ve altı tane mesaj bildirimi geldi. Aramaların ve mesajların hepsi tek bir kişiye aitti, sinirlenmemek için kendine fazlasıyla hâkim oldu. Akşam için herhangi bir randevu talebi gelmemişti halen, genelde ya bir gün öncesinden ya da öğleden önce mesaj olarak gelirdi. Öyle herkesle de görüşmezdi, üç tane müdavim müşterisi vardı ve genelde iki tanesiyle her hafta görüşüyordu, geri kalan günler de tek tük müşteri çıkarsa kazandıklarını birikim için kullanıyordu. Dün akşam da onlardan biriyle görüşmüş, birkaç ekstranın sayesinde normalinden fazla para almıştı. “Bütün hafta çalışmasam da olur aslında” diye geçirdi içinden. Norah Jones dinlemek istedi, telefonundan Feels Like Home albümünü açtı ve sokağı izlemeye başladı. Birkaç çocuk haricinde sokakta kimse yoktu. Karşı apartmanda bir kadın balkondan halı silkeliyordu, bir diğerinde de altlı üstlü iki balkonda iki kadın birbirleriyle konuşuyorlardı. Gülümsedi ve rüyasını anımsadı, pek fazla rüya görmez, görse de hatırlamazdı ama bunu en ince detayına kadar hatırlıyordu, toprağın serinliğinden yüzüne sürülen suyun soğukluğuna kadar. Kahvesini bitirip üzerini değiştirdi ve erzak alışverişi için dışarı çıktı. Bir saat sonra dolu dolu dört poşetle geldi. ilk katı çıktı ve ikinci katın merdivenlerinin ortasına soluklanmak için durdu, fazlasıyla yorulmuştu. O soluklanırken yan dairenin kapısı kapandı ve ona doğru gelen ayak sesleri duydu. Merdivenin başında durdu ayak seslerinin sahibi, durdu ve ona baktı. İşaret parmağıyla poşetleri gösterdi;
“Yardım lazım sanırım?”
“Yok, gerek yok, biraz soluklanıyorum sadece, teşekkür ederim.”
“Lazım lazım, güzel kadınları yormamak lazım.”
İsteksiz bir şekilde “Peki madem öyle diyorsan.” dedi sadece. Komşuluk iliklisi kurmayı sevmezdi, bir kere kurdu sadece bu şehre geldiğinden beri, o da başına bela oldu.
Yanına indi ve poşetleri alıp kapının önüne bıraktı. Hoş ve ferah bir parfüm sıkmıştı, Öyle ki kokusu tüm katı kaplamıştı. Ayakkabılarına kadar siyah giyinmişti. Omzuna kadar gelen uzun saçları vardı, hafif uzun boylu, atletik yapılı bir vücudu ve temiz bir yüzü vardı, muhtemelen yeni sakal tıraşı olmuştu.
Anahtarı kilide yerleştirdi ve kapıyı açtı. Yüzüne bakmadan “Teşekkür ederim” dedi sadece. Tam içeri girecekken adam konuşmaya başladı:
“Dün taşındın sanırım, hoş geldin öncelikle.”
Bir şey demeden içeri girecekti ama gayriihtiyari adama baktı, boynunda altın bir zincir vardı, ucunda da altın bir ok başı. Şaşırdı, rüyasında gördüğünün tıpa tıp aynısıydı.
Kolyeye bakarak ve hafif kekeleyerek “hoş bulduk” diyebildi.
Adam gülümseyerek elini uzattı;
“Tanışalım o zaman, Ben Rüzgâr.”
“Ohio, memnun oldum.”
Elini sıktığında daha önce hissetmediği bir sıcaklık hissetti ve istem dışı gülümsemeye başladı.