Telefonumdan yükselen thrash metal ile uyanıyorum. Kan çanağı gözlerimin kapaklarını zar zor aralıyorum fakat gecenin karası ve şarabın kızılı gözüme öyle oturmuş ki ekranda ismi yazan arayanı ve numarayı dahi seçmekte zorlanıyorum. Müzik tam soloya girdiği anda telefonum susuyor. Doğruluyor ve yatağın köşesine oturuyorum. Elim direk yatağın yanındaki çekmecenin üstüne gidiyor ve sigara paketini alıp içinden bir tanesini dudaklarıma götürüyorum. İlk duman ağzımdan ciğerlerime, ciğerlerimden ağzıma ve ağzımdan odaya dolarken oturduğum yatağın ve odanın bana ait olmadığını fark ediyorum. Yatağını benimle paylaşan kadın hafif hırıltılı sesler çıkartıyor. Saçları terden sırılsıklam olmuş, vücudu yapış yapış. Kısa bir süre çıplak vücuduna ve kumral, terli saçlarına bakıyorum ve telefonumu tekrar elime alıyorum. Az önce arayanın babam olduğunu görüyor ve geri arıyorum, üçüncü çalışından sonra telefon açılıyor:

“Neredesin?”

“Bilmiyorum.”

“Ne demek bilmiyorum ulan? Neredesin?”

“Ne oldu?”

“Emin öldü.”

“Ne demek Emin öldü?”

“Öldü lan işte, onun için aradım, ikindi vakti kalkacak cenazesi.”

“Nereden kalkacak cenaze?”

“Derince’den, geleceksen ara beni evi tarif edeyim ben de gidiyorum şimdi.”

“Tamam, bir iki saate gelirim ben.”

 

Telefonu kapatıyorum ve bir sigara daha yakıyorum. Zihnimde hiçbir düşünce yok, tamamıyla kara bir boşluk hakim. Kadın yatakta doğruluyor, belime bir öpücük konduruyor ve sigarayı istiyor. Sigarayı ona uzatıyorum;

“Banyonu kullanabilir miyim? Duş almam gerek.”

“Eşlik etmemi ister misin?”

“Şu an değil.”

“Nasıl istersen, Banyo dolabında temiz havlu var, kullanabilirsin.”

“Teşekkür ederim.”

 

Soğuk suyun altına kendimi atıyorum ve yaklaşık on dakika altında kalıyorum. Gözlerimi kapatıp serin eylül yağmuru altında olduğumu düşünüyorum fakat gözümde canlanamıyor. İçten içe ağlamak istiyorum, belki de ağlıyorum fakat suyun altında gözyaşlarım belli olmuyor. Kadının vücudumda bıraktığı kurumuş günah bedenimden akıp gidiyor ait olduğu yere. Saçlarımı ve vücudumu günahtan arındırıp duştan çıkıyorum. Mutfaktan yayılan hafif yanmış omlet kokusu bütün evi etkisi altına almış. Yarı çıplak oturma odasına geçiyorum, koltuğa yayılıyorum ve bir sigara yakıyorum, yarı rahatlamış. Sehpanın üzerinde duran bilgisayardan bir şarkı açıyorum bu rahatlamanın devam etmesi için;

“This body holding me, reminding me that I am not alone in

This body makes me feel eternal. All this pain is an illusion.”

 

Müziği duyunca kadın elinde bir kupa ile yanıma geliyor, kupayı bana uzatıyor;

“Bir şeyler hazırladım, atıştır ben de o arada duşa gireyim.”

“Nasıl istersen.”

Kahveden bir yudum alıyorum fakat keyif vermiyor. Yarısına kadar içiyorum ve kıyafetlerimi giyip kadın duştayken evden ayrılıyorum, hoşça kal demeyerek, bir daha görüşmemek üzere. Bahar olmasına rağmen dışarıdaki soğuğa teslim ediyorum kendimi. Birkaç yüz metre ilerideki durağa yürüyorum, otobüse biniyorum ve eve geliyorum. Evde kimsenin olmadığını görüyorum, kıyafetlerimi değiştirip ben de cenaze evine gitmek üzere evden çıkıyorum. Kırk dakikalık bir otobüs yolculuğundan sonra babamı arıyorum, bana evi tarif ediyor, yaklaşık on dakika sonra Emin abinin yeni evine geliyorum, kapının önünde fazla ayakkabı yok, normal, mahalle dışında pek kimse tanımazdı Emin abiyi. Bizim de tanışmamız on sene öncesine dayanıyor.

Lise üçe giderken gelmişti Emin abi mahalleye. Ellili yaşların sonunda, esmer, uzun boylu, uzun saçlı ve uzun sakallı, belki de dünya üzerinde yüzünden gülümseme eksik olmayan tek insandı. Hiç oturup uzun uzadıya konuşmadık, o yüzden nereli yahut ne iş yapar bilmiyordum. Dışarıya çıktımı tanıdık tanımadık herkese selamını verir, kimseye kötü söz söylemez, cebinde parası olmasa da kimseden yardımını esirgemeyen biriydi. Edebiyatı çok severdi Emin abi, öyle ki okumayı bitirdiğimiz kitapları bizden ister, kendi kitaplarını da okumayı bitirince mahallenin çocuklarına dağıtırdı;

”Kur’an haricinde hiçbir dinin kitabı “Oku” diye başlamaz, o yüzden bol bol okuyun ki iyi insan, iyi birey olun.” derdi bize her seferinde.

Kapıyı çalıyorum, biraz sonra kırklı yaşların ortasında, gözleri ağlamaktan şişmiş bir kadın açıyor kapıyı. Kim olduğumu söyleyip içeri giriyorum. Evin oturma odasına geçiyorum, babam, mahalleden tanıdığım bir kaç kişi ve tanımadığım beş kişi var içeride, “Selamlar” diyorum ve oturuyorum. Biraz sonra kapıyı açan kadın elinde bir tabakla geliyor ve afiyet olsun deyip tabağı bana veriyor. İçinde baharatlı tavuk ve hafif kurumuş pilav var. Birkaç kaşık alıyorum ve içeriden bir telefon sesi duyuluyor. Tanımadığım adamlardan iki tanesi yerlerinden kalkıyorlar ve mutfağa geçiyorlar. Biraz sonra odaya geliyorlar ve cenazenin alındığını söylüyorlar. Evden çıkıyoruz ve camiye geçiyoruz. Avluda evdekilerin haricinde fazla kişi yok ve daha önce görmediğim birkaç kadın avlunun sol tarafında oturuyor. Aralarından yaşlı olanın arkasında yaşlı bir adam var, sol eli yaşlı kadının omzunda, belli ki teselli amaçlı. Cenaze namazı kılınıyor ve yaklaşık on dakikalık bir araba yolculuğundan sonra mezarlığa geçiyoruz. Mezarlığın iç tarafında boş bir mezarın üzerine toplanıyor topluluk. Evdeki adamlar mezarın içine giriyor. İmam mezarın başında duruyor be içerideki adamlara talimatlar veriyor. Eski mermer mezarların birine oturuyorum ve onları izliyorum. Babam ve mahalleden birkaç tanıdık tabutun kapağını açıyorlar, Emin abi onların ellerinde iniyor mutlak zindanına. O an yine zihnimde ölünce yakılma fikri geçiyor, yaşarken özgür olmayan bizler üç metre derinliğinde ve iki metre eninde bir çukurun içinde çürümesi düşüncesi beynin sol lopunda yeni peyda olmuş bit tümör misali canımı acıtıyor. Emin abi’yi çukura bırakıyorlar ve üzerine çapraz şekilde kalın ve yatay meşe odunları yerleştirilip üzerine toprak atılmaya başlanıyor. İlk kürekten çıkan toprak odunlara temas ettiğinde imam duaya başlıyor, toprağı deşen kürek sesleri ve toprağın odunların üzerine düştüğünde çıka sesi bastırıyor. Bir an gözüm dalıyor, hiçbir şey düşünmüyorum, “ölüm var” diyorum sadece içimden. Ben bunu benliğime tekrarlarken evde bana tavuk pilav getiren kadın yanıma geliyor ve benden bir sigara istiyor. İki sigarayı dudağıma götürüyorum ve yakıp birini ona veriyorum. Sigarasından derin bir nefes çekiyor ve konuşmaya başlıyor:

“Bak şu kadını görüyor musun? O kadın benim annem, Aysel hanım. Yanındaki de kocası, Saygıdeğer Semih bey, karaktersiz pezevenk! Annem beni ve kardeşlerimi alıp Semih bey ile kaçtığında beş bilemedin altı yaşındaydım ben hayal meyal hatırlıyorum o dönemleri. Babam dünyada görüp görebileceğin en iyi yürekli, en sevecen ve en güzel adamdı. Yarım ekmeği bile muhtaç insanlarla paylaşırdı. Annem anlatırdı ben daha genç kızken, çok sevmişler birbirlerini. “Seni ilk kucağına aldığında gözleri öyle bir parladı ki bir daha o ışık sönmedi” derdi hep. “Benden çok senin parçan gibi, aynı sen kokuyor ve ben onu her kokladığımda sana ayrı kızıma ayrı âşık oluyorum.” dermiş. Babam Çuval fabrikasında çalışıyormuş o dönemde. 80 darbesinde üç arkadaşını bizim evde saklamış. O arkadaşlarından biri de karşında işte, Büyük ve yüce Semih bey! Altı aya yakın evimizde saklamış babam bunları. Annem çalışmıyordu ve Semih bey ile evde çok fazla vakit geçiriyorlardı. Diğer iki arkadaşı evden gizli gizli çıktığı zamanlarda yakınlaşmışlar annemle. O gün hava çok güzeldi. Ağaçlar yeni tomurcuklanmış, güneş hiç olmadığı kadar parlak ve rüzgâr o kadar tatlı esiyordu ki. Sabah işe gitmeden önce söz vermişti babam, akşam parka gidip uçurtma uçuracaktık. Küçüktüm, nereden bilebilirdim ki babam o kapıdan çıktığı anda uzun bir süre babamı göremeyeceğimi. Öğlen vakti annem tüm eşyalarımızı topladı, beni ve kardeşlerimi aldı ve o evin kapısı bir daha açılmamak üzere yüzümüze kapandı. Önce bu Semih puştunun ailesinin yanına gittik. Tabi bir zaman sonra bizi istemediler. Buraya geldik sonra. Semih bey ufak bir dükkan açtı kendine, ailesinden giderayak çarptığı parayla. Annemle birlikte işlettiler o dükkanı. Sağ olsun, bizi hiç yokluk içinde bırakmadı, bir gün olsun kötü söz söylemedi ama ben sırf babamı yüz üstü bıraktıkları için ikisini de affetmedim. Bir sigara daha verir misin bana?”

Yarıya inmiş paketi uzatıyorum, içinden bir tane sigara alıp yakıyor ve derin bir nefes çektikten sonra yine konuşmaya başlıyor:

“Çok uğraştım babamı bulabilmek için. Kaç yıl sürdü hatırlamıyorum. Üniversitedeyken çalıştığı fabrikaya gittim, 95 yılında kapanmış. Eski sahiplerine ulaştım, sendikaları gezdim, aramadığım yer kalmadı, geçen seneye kadar. Hastanedeymiş, oradan aradılar da anca öyle bulabildim babamı. Nasıl evden çıktım ve nasıl yanına gittim inan ki hatırlamıyorum. Beni görünce gözleri öyle bir parladı ki annemin ne demek istediğini o zaman daha iyi anladım. Doktorlar hiç olumlu konuşmadı hakkında. Rahat ettirin dediler sadece. Aldım evime getirdim. Annem ve Semih bey de iki sokak ileride oturuyorlar bu arada, söylemedim, söyleyemedim. Hoş söylesem de kızmazdı, kin tutmak nedir bilmezdi benim babam. Ölmeden birkaç gün önce mevzusu açıldı yine. Kızgınlığımı dile getirdim, “Hayat birilerine kızmak için çok kısa kızım, bırak mutlu mesut yaşasınlar. Hem bak, beraberiz yine, bir iyileşeyim de gidelim biraz uçurtma uçuralım.” dedi. Üç gün sonra da öldü zaten. O evladından ayrı, ben babamdan ayrı yıllar kaldı sadece. Birbirimizden mahrum hatıralar.”

Gözlerinden yağmurlar yağarken yüzüme gülümsüyor, elini omzuma koyuyor ve yanımdan kalkıyor. İmam duasını bitiriyor, Emin abi’nin iki ucuna birer tahta çakılıyor ve azınlık kalabalık mezarın başından yavaş yavaş dağılıyor. Babam bana hadi dercesine el işareti yapıyor, “Beş dakikaya geliyorum” diyorum.

Mezarlıkta kimse kalmıyor benden başka ve ben Emin abi’nin mezarının başına oturuyorum, o toprağın altında sonsuz huzuru bulmuşken ben kulaklıklarımı takıyorum, sigaramı yakarken kulaklığımdan zarıma şu sözler dökülüyor;

“Şans bizden yana bu yaz, inan bana
Ait olduğumuz bir yer var, bulacağız en sonunda.”

Sigaramın izmaritini toprağına gömüyorum ve sadece yürüyüp gidiyorum.

 

Can Ataç’a…