Makalenin İngilizce orijinali için buraya tıklayınız.

Sonraları bundan duyduğu utancı da belirttiği gibi, Emil Michel Cioran 1911’de Romanya’nın Rășinari komününde doğdu. Annesi, Christian Women’s League adlı radikal Katolik bir Macar siyasi partinin liderlerinden iken, babası Ortodoks bir papazdı. Sıradan fakat neşeli bir çocukluğun ardından, 17 yaşında felsefe okumak üzere Bükreş Üniversitesi’ne kaydoldu. Burada, Henri Bergson’un çalışmaları üzerine bir lisans tezi yayımladı. Almancaya yeteri kadar hâkim olduğundan, lisans üstü çalışmalarını Berlin’deki Friedrich Wilhelm Üniversitesi’nde yürüttü. 1933’ten 1936’ya kadar olan bu süreçte, varoluşçu felsefe ekolü tarafından ‘’teorik bir dille boşboğazlık etmek’’ olarak tanımlanan ve bu yüzden sonralarda reddedeceği bir yöntemle, Kant ve Hegel tarafından yapılandırılan ‘’sistematik felsefe’’ yöntemiyle tanıştı. Romanya’ya döndükten sonra bir süreliğine, ‘’korkunç bir iş’’ olarak nitelendirdiği öğretmenliği ifa etti. 1937’de Fransız Enstitüsü tarafından verilen doktora bursuna hak kazandı ve Romanya’yı bir daha geri dönmemek üzere terk ederek Paris’e yerleşti. Doktora tezini tamamlamak için Sorbonne’a (Paris Üniversitesi) kaydoldu fakat hiçbir zaman tamamlamadı. 

Aralarında ‘’Pe culmile disperării¹’’nin de bulunduğu bir dizi Rumence kısa kitap yayınlamış olan Cioran, geçmişiyle olan bağını tamamen koparmaya karar verdi ve sadece Fransızca konuşup yazmaya başladı. 1950’de Rivarol Ödülü²’ne layık görülen Précis de décomposition³, Cioran’a Fransız entelijansiyasında istediği şöhreti kazandırdı. Sonraki on yıllarda; umutsuzluk, çöküş, çürüyüş, ölüm, çaresizlik, rahatsızlık, yabancılaşma, absürtlük, can sıkıntısı, doğum, boşunalık, yıkım, tarih, din, Tanrı ve acı gibi varoluşsal temaları; La Tentation d’exister⁴, Histoire et utopie⁵, La Chute dans le temps⁶, De l’inconvénient d’être né⁷ gibi eserlerinde rahatsız edici bir içgörü ve sarkastik bir dille, görkemli ve lirik bir üslup içerisinde işledi. Kolay kolay rastlanmayacak derecede iyi bir okurdu. İsteseydi adı profesyonel filozoflarla beraber anılabilirdi ancak felsefî dili ”megaloman” bulduğunu ifade ederek bunu reddetti. Her hâlükarda; ukalâ teşrifatlarıyla, insanı darlayan âdetleriyle ve çocukların oyun alanlarını anımsatan komiteleriyle üniversite yaşamı onu boğuyordu ve bu durumu, ‘’Üniversite, bir yazar için ölümden farksızdır.’’ cümlesiyle, kısa ve net bir biçimde özetledi. 

Uzun yıllar boyunca muzdarip olduğu uykusuzluk, onu derinden etkilemiş; hiç ara veremeden, dinlenemeden maruz kaldığı bilinçli farkındalık hâlinden dolayı oldukça yıpranmıştı. Sürekli kendiyle baş başa kalmaya zorlanan Cioran için zaman, anlamlı bir gelecek arayışı içinde geçmekten çok uzaktı. İntihara çok yaklaştığı bir gün şu cümleleri kaleme aldı: ‘’Yeni bir güne başlamak yerine; her sabahın saat sekizinde, bir önceki akşamın saat sekizindeki gibisin. Kâbusun hiç bitmiyor. Öyleyse, sabahları başladığın şey nedir? Önceki akşamdan bir farkı kalmadığı sürece, sabahları yeni bir güne başlayabilmek nasıl mümkün olabilir? İstisnasız her gün, bitmek bilmeyen bir sınanmayla geçiyor. Herkes geleceğe doğru hızla koşarken, sen âtıl vaziyettesin. Bu durum aylarını ve yıllarını uzattıkça; hayatı ve eşyayı kavramana, istemediğin hâlde değişmene sebep oluyor. Herhangi bir gelecek söz konusu olmadığından, hangi geleceği dört gözle bekleyeceğini de bilmiyorsun. Ve ben bunu hayatımın en korkunç, en sarsıcı; kısacası en gerçek deneyimi olarak görüyorum.’’

Doğal olarak Cioran, bilinçli olma durumunu ‘’büyük bir talihsizlik’’, kendi bilinçliliğini ise ‘’kalıcı bir talihsizlik’’ olarak nitelendiriyor; ‘’Normal şartlarda, farkındalık insan için bir avantajdır ama hayır, ben, bilinçli olmanın ve kayıtsız kalamamanın büyük bir felaket olduğu sonucuna vardım.’’ diyordu. Nihayetinde uykusuzluk, onu bir ‘’felsefe putperesti’’ olmaktan alıkoyuyor, edebiyat ve şiire yönlendiriyordu. Samuel Beckett’in yakın bir arkadaşı olduğunu her fırsatta belirtiyor ve özellikle Pascal ile Baudelaire’e olan hayranlığını hiç gizlemiyordu. Bu edebî etki, düzyazılarının parçalı ritmi ve zarif ahenginde rahatlıkla görülebilmekteydi. 

Cioran’ı kategorize etmenin zorluğuna rağmen Eugene Thacker, onun çalışmalarını ‘’felsefe ile şiirin, günah çıkarma ile boş lakırdının, esrik bir nihilizm ile kara mizahın arasında gri bir alan’’ olarak sınıflandırır. Hatta kimi zaman Cioran’ı okumak ‘’komik’’ bir deneyim bile sunabilir. Örneğin: ‘’Her dakika evinin yıkılmasını bekleyen deli bir kadın tanıyorum. Günlerini ve gecelerini tetikte geçiriyor, o odadan bu odaya sürünüp duyduğu her sese kulak kesiliyor. Bu işin bu kadar uzun sürmesine de sinirleniyor üstelik.’’ ya da ‘’Öğle vakti hâlâ yatakta olan ve kendi kendine buyurgan bir ses tonuyla ‘’Will!’’ diye seslenen bir zavallıyı hatırlıyorum. Hayatın, acınası bir hata olduğuna dair şüphelerinden sıyrılamamasının üstüne şunu demişti: ‘’Zamanında bir ölü gördüğümde şöyle düşünürdüm: Doğmak ne işine yaradı ki onun? Artık bu soruyu bütün canlılara soruyorum.”

1942’de uzun süre kendisine hayat arkadaşlığı yapacak olan (ayrıca uykusuzluktan muzdarip olduğu için bu konuda da kendisine yoldaş olacak) Simone Boué ile tanıştı. Boué bir İngilizce öğretmeniydi ve Cioran, münzevi bir felsefe yazarı olarak onunla beraber Paris’teki Latin bölgesine yerleşti. Prensipleri gereği çalışkan ve özgürlüğüne düşkün bir adam olan Cioran, mucizevi bir şekilde kırk yaşına kadar öğrenci kimliğini kullanmayı ve düzenli olarak öğrenci kantininde yemek yiyebilmeyi başardı. Ancak, yirmi yedi yaşını doldurmuş olanların öğrenciliklerini sürdüremeyeceklerine dair bir yasa çıkınca, çevirdiği dolabın sonu gelmiş oldu. İronik bir şekilde, işlerden kaytarabilme yeteneğini en büyük başarısı olarak değerlendirirdi: ‘’Başarısız sayılmam, çünkü hiçbir şey yapmamayı başardım.’’ Arada bir çevirmenlik ve elyazması okuyuculuğu yapar, çevresinin cömertliği ve sıra dışı zekasıyla etkilediği yabancıların kendisine ısmarladığı akşam yemekleriyle geçimini sürdürürdü. Seçici bir mizantropistti, dindar insanların sırtından geçinebilmek için bir din adamı kisvesine bürünebilecek kadar arsız bir insandı. Corsica Bradatan’ın The Los Angeles Review of Books⁸’ta muzip bir biçimde belirttiği gibi: ‘’Fırsatını her bulduğunda Tanrı’yı küçümseyen Cioran, bedava yemek için Rumen Ortodoks Kilisesi’ne her geldiğinde, neşe saçardı.’’

Hayatının ilerleyen dönemlerinde, kitaplarının Richard Howard tarafından oldukça başarılı bir şekilde İngilizceye çevrilmesiyle Cioran, uluslararası bir şöhrete kavuştu ve çok daha geniş bir Angolo-Amerikan kitleye tanıtılmış oldu. Yazmadığı zamanlarda, Latin bölgesinde ve Lüksemburg Bahçesi⁹ civarında tek başına yürüyüşler yapar, sadık destekçisi olan Boue ile paylaştığı altıncı kattaki çatı katına nadiren misafir kabul ederdi. Paris’teki Broca Hastanesi’nde dört-beş yıllık müşahedenin ardından 1995 yılına gelindiğinde, alzheimer hastalığına yenik düştü ve nihayetinde kim olduğunu tamamıyla unuttu. Böylesine sağlam ve keskin zekâya sahip bir insan için oldukça acıklı bir kaderi yaşadı ve yıllar yılı yazılarında çok canlı bir biçimde ve hiç yılmadan anlattığı o varoluş trajedisini kendi kaderiyle örneklendirmiş oldu.

Cioran, kompakt bir felsefe yöntemi sayılabilecek hiçbir şey üretmedi. Aksine, Susan Sontag’ın belirttiği gibi; hem üslup hem de mizaç olarak Kierkegaard, Nietzsche, ve on dokuzuncu yüzyılda inşâ edilen yöntemin çöküşüne yanıt olarak yeni bir felsefi türün yolunu açan Wittgenstein’ı taklit etti. Sontag bu yöntemi; kişisel (hatta otobiyografik), aforizmik, lirik ve sistem muhalifi bir yöntem olarak ifade ediyor; Cioran, şahsına münhasır bir açık sözlülükle, ‘’bir şeyler geliştirmeyi sevmediğim için aforizmaları tercih ettim.’’ diyordu. Bu ‘’anlık gerçekler’’ ona göre, bir öfke nöbetinden yahut bir vukuattan kaynaklanmaktaydı. Yazabilmek için üzgün, kızgın, hiddetli ya da iğrenmiş olması ve ortada yanlış giden bir şeyler bulunmasının gerektiğini söylüyordu. Çoğu zaman, yarı depresif bir hâl içerisinde yazmayı tercih ettiğini belirtti ve kendi depresyonunu şöyle tanımladı: ‘’Dünyadan kopuş hâli sürekli ve acılı bir biçimde artarken insan kendi içindeki hakikate yaklaşır ve ölümü kendi öznelliği içinde keşfeder.’’ 

Kasvetli ve uzlaşılmaz bir adam olan Cioran, ölüm ve felaket üretmede ustalaşan insan türüyle ve üzerinde akıl almaz dehşetler yaratabilmek için ince ince ayarlanmış bir dünyayla yüzleşti. Hatta açıkça hor gördü bunu. İçinde yaşadığımız nükleer çağda kitlesel ölüm, kolayca feda edilebilir birer asker olan bizlerin tepesinde sürekli beklemekteydi. Bu nedenle ‘’hiçliğin’’ her şeye bulaştığını yerinde gözlemledi. Hiçbir şeyin hiçlikten kaçmadığını, hiçliğe dönüşümüzün ne üstesinden gelebileceğimiz ne de kaçabileceğimiz bir kader olduğunu belirtti. Trajik ve keyfî bir şey olan yaşam, arzu ve isteklerimizle uyuşmayan gerçeklerden, hiçbir felsefe ya da ideolojinin iyileştirmeye gücünün yetmediği beyhude sefâletler dizisinden oluşmaktaydı. Varlığımızın hiçbir kaide üzerinde durmaması ve kavramsal yetersizliğimiz, insan yaşamının tarih içindeki önemini vurgulamak için sarf edilmiş bütün çabaları boşa çıkarmaktaydı.

Diğer absürdistler gibi Cioran da bütün ‘’nihayete erdiren tasarılarımızın’’ ve teolojik yanılgılarımızın yarattığı boşluktan şiddetli bir biçimde etkilenmişti. Bütün bunlar, ölüm korkumuzu yenebilmek için bilinçli olarak verdiğimiz mücadeleye dair tesellilerdi.  Ancak, soyut kavramlarla organik bir korkuyu yenebilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mümkün olsa bile Cioran’a göre, insan uygarlığının büyük bir kısmı; paradoksal bir biçimde ‘’yaşamı sona erdirebilme’’ konusunda artan becerilerimizle ifade edilen, ölümün -patolojik olarak- inkârından ibaret bir anıttı. En eğitimli ve kavrayıcı zihinlerin bile totaliter çözümlere karşı ‘’bağışık olamadığını’’ bir kez daha ispatlayan Cioran, 1930’lar faşizminin grotesk cazibesine kapılarak 1936’da ‘’Romanya’nın Başkalaşımı’’ adında, son derece rahatsız edici bir şiir yazdı. Sonraları faşist tutumundan ve ‘’Demir Muhafız’’ olarak bilinen aşırı milliyetçi ve Yahudi karşıtı bir Rumen örgüte verdiği destekten vazgeçse de çalışmalarının genelinde -daha sonra ‘’kaçıkça’’ bulacağı-  bu örgüte duyduğu utanç dolu sempatiyi kısmen deklare eden elitist ve otoriter eğilimler görülmekteydi. 

Şeklen parçalardan oluşmuş olsa bile Cioran’ın çalışmaları, insanların kendi hakikatlerinin temel unsurlarını kendilerinden gizlemeye yönelik bütün çabalarını geçersiz kılma amacında birleşmektedir. Nietzsche’ye Judeo-Hristiyan¹⁰ dünyanın ahlâki temellerini derinden sarsan bir ‘’dinamit’’ diyebiliyorsak, Cioran’a da en kutsal putlarımızı tuzla buz etmek için kendisine bahşedilmiş olağanüstü dil becerisini kullanan ‘’hedef odaklı bir bomba’’ yakıştırması yapabiliriz. Çünkü, günlük hayatın temelini oluşturan yerleşik ilkelere ve dindarlığa, keskin bir iğnenin şafatatlı bir balona dokunması gibi dokunmuştur; balon patlar, içindeki hava etrafa dağılır ve geriye sadece işe yaramaz bir lastik parçası kalır. Kimi örnekleri aşağıda verilmiş olan bir dizi kafa karıştırıcı meseleye dair görüşlerini açıkça belirtti:

‘’Fikirlerin tarihi: Pek çoğu sorgulanamaz gerçeklere dönüşmüş yaftalar geçidi.’’

‘’Üslup: Her üslup putperestliği; gerçekliğin kendisinin, sözlü tasvirinden bile daha anlamsız olduğu inancıyla başlar.’’

‘’Din: Ümitsizlik baş gösterdiğinde insan, diz çökmeyi daima dik durmaya tercih eder.’’

‘’Tanrı: İnsanlığın mutlâkiyete olan ihtiyacını kullanarak, onun bütün dürtülerini zapt edebilirsiniz.’’

‘’Yazmak: Sessizlik tahammül edilemezdir. ‘’İfade edilemeyecek’’ olanla beraber yaşamayı öğrenebilmek olağanüstü bir güç gerektirir. Dünya nimetlerinden vazgeçmek, nutuk atmaktan daha kolay. Ne yazık ki sözler bir laf kalabalığına dönüşüyor, o da edebiyata. Sözü, bir özdeyişe yahut nükteye sıkıştırmaya çalışmak, hatta bunu düşünmek bile, onun her zaman yayılmaya hazır coşkunluğunu, sürekli genişlemeye dair doğal eğilimini sekteye uğratmak anlamına gelir. Söyleyin bana, yöntemimizin ve felsefemizin kaynağı nedir?”

‘’Amerika: Fevri bir hükümsüzlük, özden yoksun bir musibet.’’

‘’Batı dünyası: Birbiriyle bütünleşen zaferleri göz önüne alındığında Batı ulusları, tarihe bir anlam ve nihailik atfederek onunla iftihar etmekten geri durmadılar. Tarih onlara aitti, tarihin temsilcileriydiler, bu nedenle rasyonel bir rota izlemek mecburiyetindeydiler. Nihayetinde onu sırayla, ‘’Sezgi’’, ‘’Akıl’’, ve ‘’İlerleme’’nin tahakkümü altına aldılar. Gel gör ki düşünmedikleri bir şey vardı: Karanlıklar içinde kalma ihtimalinin getirdiği ve en başından beri onları bekleyen hiçliğin altında ezilmek talihsizliği.’’

‘’Can sıkıntısı: Can sıkıntısı zihni parçalar, yüzeyselleştirir, içten içe yiyip bitirir.  Bir kez ele geçirdi mi sizi, tıpkı bana yaptığı gibi, peşinizi bırakmaz. Var oluşun bana düşen payını sürekli tahrif ediyor. Geriye de birkaç kırıntı bırakıyor ki, yıkımını devam ettirebileceği bir öz kalsın.’’ 

‘’Goethe: Emsâlsiz bir vasatlık.’’

‘’Voltaire: Beceriksizliğini bir yöntem haline getiren ilk edebiyatçı.’’

‘’Doğum: Her zâfiyetin, her hastalığın kaynağı. Doğumumun bir rastlantı ve gülünç bir kaza olduğunun farkındayım; ama kendimi unutabildiğim ölçüde, ‘’insanlığın dengesi ve ilerleyişi açısından çok büyük, olmazsa olmaz’’ bir olaymış gibi davranıyorum. 

‘’Felsefe: Evrensel bir yavanlık.’’

‘’Stoacılık: Hristiyan masallarının onu ne derece kolay bir biçimde çürütebildiğini gördüğümüzde; bir zerrecik bile insanî ilerleyiş bakımından Stoacılığın ne büyük hazinelere sahip olduğunu düşünün. Eğer Hrisippos’un kurduğu ikinci stoacılık dünyayı ele geçirmeyi, yayılabilmeyi başarsaydı, insanlık belki bir yerlere gelebilir ya da bir yerlere gelmeye yaklaşabilirdi. Teslimiyet mecburi bir şey olsaydı, belki bizlere, acılarımıza onurlu bir şekilde katlanabilmeyi, sessizce hiçlik hakkında düşünebilmeyi öğretirdi.’’

‘’Ölüm: Ölmek salt olumsuz bir eylem olsaydı, aynı zamanda olanaksız bir eylem olurdu.’’

‘’Acı çekmek: Bizi özgürleştiren şey acı çekmek değil, acı çekme arzumuzdur.’’

‘’Var olmak: Hiçliğin fiyakası.’’

‘’Hastalık: Eğer hastalıkların felsefî bir misyonu varsa bu, yaşamın sonsuzluğu hissinin ne derece yanıltıcı ve sonluluk duygusunun ne kadar kırılgan olduğunu kanıtlamak olabilir.’’

‘’Benlik: Hiçliğin üzerinde, gerçekliğin şaşalı gösterisinin düşlendiği bir çıkıntı.’’

‘’Tarih: Sanrılar geçidi. Eğer birisi tarihin içinde kalmak istiyorsa, olabildiğince bilinçli olması gerekir.’’

Prensip olarak, melankolinin karanlığına set çeken, varlığımız ile düşüncelerimiz arasındaki uyumsuzluk hortlağını yatıştıran şey, inançlarımıza rasyonel bir zemin teşkil eden şema ve kavramlarımızın sağladığı güvencedir. Fakat tedavi edilemez bir melankolik olan Cioran, böyle bir ilaca hiçbir zaman ihtiyaç duymadı. Kaçınılmaz olarak ödenmesi gereken bir bedel vardı ve bu bedeli psikolojik bir manifestoyla açıkladı: ‘’Kendi yalanlarından arınan bir insan, kendi öz kaynağından, bir anlamda kendisinden vazgeçer.’’ İstemli bir şekilde, bütün metafiziksel takviyelerden ve rasyonel sınıflandırmalardan yoksun kalan Cioran, bunu anlatmak için Nietzsche’den şu dizeyi ödünç aldı: ‘’Dışarıdaki rüzgârda çırılçıplak dolaşmak, hissizliğe varana kadar sertleştirmek kendini.’’ Yine de Cioran, duyguların imhâsının değil, onların var oluşundaki ızdırap dolu kudsiyetin bir örneğiydi; belirttiği gibi ‘’İçimizde temel bir hayal kırıklığından daha derine kök salmış ve daha az algılanabilir hiçbir şey yoktur.’’ Çalışmalarında bilinçliliğin sebep olduğu duyguları içgüdüsel anlamda  -alışılageldik öncülleri bir kenara bırakarak- inceleyebilmek için soyut sistematiklerden feragat etti. 

Nietzsche’den çok daha az özgün olmakla birlikte, onun çoğunlukla komik olan ihtişamından kaçınıyordu. Aşırıya kaçan güç fantezileri yerine insanî sınırlarımızın ve zaaflarımızın zor fark edilen, incelikli bir takdiriyle yetiniyordu. Eğer ‘’yönteme’’ benzeyen herhangi bir şeye sahip olursa; bunun yanıltıcı, sönümleyici ve oyalayıcı olacağını düşünüyordu: ‘’Başlarda içimde bir yöntem, bir enstrüman vardı. Sonralarda bu yöntem fizyolojimin kendisine, vücudumun yazgısına, içgüdüsel prensibime ve ne tedavi edilebilen ne de beni öldüren bir hastalığa dönüştü.’’  Hiddet ve teslimiyet arasında gidip gelmeleriyle; varoluş, insanın sürekli kendi aleyhine tanıklık ettiği bir sınanma hâline geldiğinde, şüpheci bir zihnin dayanıklılığın sınırlarını nasıl zorladığının canlı bir kanıtı oldu. Yaşam, bu görüşe göre ”hiçliğe iltica” olmamakla beraber biyolojik hataların en trajiğiydi. 

Cioran, insan çelişkilerinin acımasız bir tanı koyucusu, iyileşemez hâle gelmiş hastalıklarımızın -kendinden iğrenen- bir şahidiydi. Sahiden de modern zihnin karşı karşıya kaldığı ve onu felce uğratan ikilem, kendi yarattığı sayısız karmaşaya tahammül edememesi ve onlara hükmedememesi ile gelen suçluluk duygusu ve öfkeyi tekrardan kendine yöneltmesidir. Entelektüel olarak Cioran, oldukça gecikmiş ve özbilinci yüksek bir çağın ürünüdür. İnsan türünün; ahı gitmiş vahı kalmış ideolojilerden ve sonucu hayal kırıklığı olan deneyimlerden arda kalan çürük kalıntılarla doldurduğu dünya ile tarihin ağır tortusu altında ezildiği dünya, aynı dünyaydı. Dolayısıyla insanlık, mizantropik kuruntularını ve kendi sonunu kendi elleriyle üretmiş oldu: ‘’Bizler boğucu düşlere kapılıp sonsuza kadar bir ütopya yaratmaktan aciz kalmış müthiş hatalarız.’’

‘’Geri dönülemez ve değiştirilemez’’ olana karşı duyduğu engin hisle Cioran, Nietzsche’nin ‘’trajik içgörü’’ diye kavramlaştırdığı şeyin en sivri temsilcisiydi. Oldukça merhametsiz ve kafası karışık bir adam olan Cioran, size sırf yaşıyor olduğunuz için asla iyi hissedemeyeceğinizi söyleyen ürkütücü bir cenazeciye benziyordu. İnsan olma hâlinin tesellisi olmayan ölümcüllüğünde her şey acımasız bir yıkım; var oluş, ”hak edilmeyen” bir eziyetin kılıfıydı. Cioran’ın hiçbir beklentisi yoktu, her şeyi reddediyor; kendi düşüncelerinin içinde düşüncenin ”evrensel bir malûliyet” olduğunu, kendi varlığının içinde ise varlığın önemsizliğini seziyordu. 

Bütün bunlar elbette şu soruyu akla getiriyor: Neden onu okumalıyız? Cioran, bu soruya olumlu bir yanıt verebilmek için oldukça zor bir vakâ, çünkü düşünce sisteminin olumlu bulunabilecek hiçbir yapıcı taraf yok, ama yine de onu okumak için oldukça fazla sebep var. Bazı filozofları, kafamıza takılan sorulara -kısmî de olsa- bir cevap bulabilmek için okuruz. Düşüncelerimizin gerçeklikle örtüştüğünü teyit etmek ya da hayatımızın çok daha büyük bir idealin gerçekleşmesi açısından önem arz ettiğini bilmek isteriz. Ya da Kant’ın değindiği gibi, düşüncelerimizi ‘’dogmatik uykusundan’’ uyandırmak için, ancak aynı zamanda, duyularımızı güçlendirmek ve en karanlık şüpheleri duyarken bile yalnız olmadığımızı bilmek için de okuyabiliriz.

Eğer Nietzsche 19. yüzyılın en büyük aykırısıysa, Cioran da -çok daha az tanınmasına rağmen- 20. yüzyılın en büyük aykırısıdır. Bizi, kendimiz hakkında düşünmeye davet ederek var oluşa bir çare aramayı reddetmiş; bütün yapmacıklıklardan, eskimiş klişelerden, gizem yaratmanın ruhu canlandıran neşesinden feragat etmiştir. Nadiren tutarlı ama çoğunlukla çelişik olduğu, çalışmalarının ahlâki açıdan telafisi mümkün olmayan dogmatik ve yıpranmış düşüncelerle dolu olduğu su götürmez bir gerçektir ama bir yandan da Cioran, insan zihnini en gerçek hâliyle betimler: Her zaman kendiyle arasında bir gerilim olan ve sonsuza dek kendi aleyhine dolaplar çevirecek bir varlık. Hiçbir aykırı söylem ya da detaya sahip olmayan felsefe sistemleri, zihnin potansiyelini daraltıp düşünceyi katı ve ilgisiz bir şekle sokar. Fakat bağımsız düşünebilme becerisinin gerektirdiği aralıksız sorgulama ve eleştirel değerlendirme durumlarında, zihin kendi yetersizliklerinin farkına varır, yakın çevreye uyum sağlar ve onu hapsetme niyeti güdebilecek bütün otoritelere karşı tetikte olur. Ve varoluşsal bir düzlemde düşüncelerin kağıda aktarımı, yaşamı daha katlanılabilir bir hâle getirebilir. Cioran’ın da belirttiği gibi: ‘’Yazdığım her şeyi bir baskıdan, boğulma duygusundan kurtulmak için yazdım. Birilerinin dediği gibi ilham vasıtasıyla da değil, yalnızca özgürleşmek ve nefes almak için yazdım.’’ 

Cioran’ın aforizmaları, dünyayı ‘’bir makyaj aynasına’’ indirgeyen insan türünün narsizme varan özsaygısını başarılı bir biçimde delip geçmektedir. Gelecekten umutlu, kadere veya insan özgücülüğüne inanan bir zihin için Cioran, doğal olarak grotesk ve suni görünmektedir. Fakat alışılagelmiş süsleri olmadan var oluş zaten grotesk ve sunidir. Yine de belki kişi, Cioran aracılığıyla, megalomaninin ya da sabit fikirliliğin yalancı cazibesinden sıyrılmayı başarabilir. Öyleyse, bulutsuz ve güzel bir sabah vakti, kuş seslerinden oluşan bir koronun eşliğinde, kendinizi şefkat dolu bir evrenin merkeziymiş gibi hissettiğinizde onu okuyun. Cioran size; kuvvetli bir şok terapisi, oldukça gürültülü bir alarm ve hakîkatin soğuk banyosunda ayıltıcı bir duş sunacaktır. Bu, onun yolunu açtığı bir aydınlanmanın sancısıdır: Eninde sonunda hayatın ‘’ne olmadığını’’ ve nerede olması gerektiğini anladığımızda, yanılmış olacağız. 

                   Alexandre Leskanich
The Philosopher, vol:109, no:4


¹ Umutsuzluğun Doruklarında
² Rivarol Ödülleri, artık var olmayan bir edebiyat ödülüdür. Fransa Devleti tarafından, anadili Fransızca olmayan edebiyatçılara verilirdi.
³ Çürümenin Kitabı
⁴ Var Olma Eğilimi
⁵ Tarih ve Ütopya
⁶ Zamana Düşüş
⁷ Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne
⁸ The Los Angeles Review of Books, ulusal ve uluslararası kapsamda kitap incelemeleri yapan bir edebiyat dergisidir.
⁹ Lüksemburg Bahçesi, Paris’in 6. bölgesinde bulunan, çeşitli tarzlardan oluşan bir botanik komplekstir.
¹⁰ Judeo-Hristiyan, hem Yahudi kimliğini muhafaza eden hem de Hz. İsa’yı peygamber ve mesih kabul eden topluluğa verilen isimdir.