Hep en sıkışık en dar zamanlarda, zihninin artık kafanın içinde titreşip durduğunu ve kalıbına sığmadığını fark edersin. Göğüs kafesini yıkıp geçmeye çalışan ayaklanmış bir ordu vardır artık derinlerde. Uzun kızgınlıklar ve omurganı yamultan savaşlar sonunda kendine verdiğin sözlerin hepsini unutsun gider. Böyle anlarda bir saniye durup sakince nefes almanın yararını bilsen, telaşlı hareketlerle israf etmezdin sahip olduğun oksijeni. Kafanın içinden gelen sesleri kağıt gibi kesip elinle kalbinin atışını yavaşlatabilsen, zaten çoktan olmuştun sen. Tez canlılık diyerek hafifletemezsin de bunu. Bu apaçık kendiliğine ayıp etmek artık. Olmasını istediğin ne kadar şey varsa hepsi, çok kullanıp seviyesiyle egonu okşadığın beyninin, sana ihanet ediş biçimi olabilir. Ama bunun farkına varıp düzeltmek işine gelmez, çünkü külfetli. “Biraz kolaya kaçmanın ne zararı olur ki” diye düşünüp kaçtığın gerçeklerin kaç hayata yüzeysel zararı olduğunu bilsen, yapmazdın. Kaç hayat derken hayatına girip çıkmış işe yaramazları ya da başında taç olarak taşıdıklarını düşünme sadece, kendi hayatına yaptığın kötülükleri bilsen, insan olmaktan da nefret edersin. Birden gelen bir hapşırık, bir kaşıntı gibi beyninin içini kemiren o düşünceleri ele avuca sığdırabilsen, çoktan olmuştun sen. Dostuna yaptığın etkili bir konuşmanın ardından  rahatlatabildiğini hissetmenin verdiği gevşeklikle kendine aynı nasihatleri dinletebilsen, bugün boş bakmazdın tavandaki duman gölgelerine. Tavanda duman gölgleri olduğunu fark etmeden uykuya dalabildiğin zaman, olacaksın sen.