sedye üzerinde birçok ameliyata tabi bir aşk dizesi
ile
telefe başvurmuştun ya hani fil dişleriyle
bizatihi şekilde ayrılırken geçmişinden
ortalık yerde dururken şiddetin sesi
vazgeçtim şiirlerden, melodilerden
hep bir omurgasız bilmecelere adadığın sözlerinle
hükümetin dahi kartlarını açarken
çek yüzündeki kapkara örtüyü!
ten değiştiren yanaklarındaki kan kırmızısı ölmek
en huzura erecek hastanın kalbi
karmaşıklığa kulaç atan bir cankurtaran
ezanı karıştıran bir genç günahı!
ha ben işte, ben
hayatın eklem bölgesindeki çıkık gibi dururum ya hani
çekiçlerle protesto et o aşkın dikliğini
adalet yok bu oyunda, açık verme!
fısıldamalarını uzat bir dağın eteğine
biz iki farklı noktayla
aynı sayfaya giren iki yabancı…
bir dağın nefesini besleyen aşağıdaki göl
hiddetlenerek yükselir göğe
birdenbire anımsatır sıcak yağmurun zerafetini
birdenbire örter yiğit’in yüzünü
prömiyerin ilk kopan ışıltısı gibi bir beyazlık çöker
küçük bir kıza verilen yıldız hediyesi
sanki eylüle bağlı bir artere sıkılan kurşun gibi
karışır yokluğum doğrulduğun uykulara
sarhoş bir gülümsemenin dökülen bebek dişleri gibi
unutulan ızdırapların sarılışı
birbirimizi öldürmeliydik biz
acımamalı, zehrin ihtişamına susamalıydık
ezbere giden kelimelerin kurduğu zamanda
imkansız hayallerden söz edilmezdi
hırıltı gibi çöken ecelin
tutkusuydu hep ergen aşıklar
sevişmelerin dakikalık korkuları gibiyken fatihin
cesaretin sırtımdan kalkan bir cenazeyken
aynı yastıkta boğulan iki dilsiz çocuktuk biz
uzun uzadıya çok önceden…