Köprünün ışıkları yandı yanacaktı, çantasından zeytin yeşilini şalını alıp omuzlarına attı. Ne zaman bu saatte burada olsam, Vltava’dan esen yel hep daha bir tekinsiz olur diye düşündü. Buradaki en sevdiği köprü buydu, hiçbir vaadi yoktu bu köprünün. Ne başında zebani gibi bir heykel beklerdi ne de şaşkın turistleri avlamayı bekleyen gösterişçi ressamlar vardı bu köprüde. Sadece bir köprü diye düşündü, başka hiçbir amaca hizmet etmiyor. Köprü altından iribaşlar gibi sallanarak geçen tekneler ve etraftaki elektrik direklerine özensizce yaslanmış bisikletlere sanki ayıplanacakmış gibi kaçamak bakışlar attı, herkes bir yerlere gitmeye çalışıyordu, herkes uzaklaşmaya çalışıyordu. Saat ilerliyordu, asla eve dönemeyeceğim, diye düşündü.
Bir mesajla çantasından ışıldadı telefonu. Belki bakarım diye aldığı broşürlerin, kim bilir ne zaman çantasına attığı çikolata paketlerinin ve sahipsiz kağıtlarının arasından telefonunu çekti. Köprü tarafına geçmem zaman alacak, meydanda buluşalım. Tüm yolu tekrar mı yürüyecekti? Haftalardır o sokaktan ne kadar rahatsız olduğunu anlatıyordu oysaki O’na, Moncler’in gergin güvenlik görevlisi sanki ona onu tanıyormuş gibi bakıyordu. Celine’in camlarında gördüğü yansıması ona git buradan diyordu. Bunu O’na anlattığında gülmüştü, böyle şeyler hayal edeceğine Prag’ın tadını çıkarsana diyip geçen hafta gittiği bir seminerden bahsetmeye başlamıştı. Şimdi meydana gitmesi demek, tüm o korkunç sokağı baştan başa yürümesi demekti, köprüden ayrılmak istemiyordu. Ama O’na bunu söylese de bir işe yaramazdı, yine gülerdi. Sahiden güler miydi? Belki bu sefer, belki bu sefer gülmezdi. Rüzgar arttıkça köprüde durmak kötü bir fikir olmaya başladı ve O’nunla buluşması gerekiyordu, yoksa asla eve dönemeyeceğim, diye geçirdi içinden. Yalnızca minik bir tamam yazdı. Sanki duvardaki arsız bir delikten çıplak bir kadını izliyormuşçasına Vltava’nın maviliğinin gökyüzüne yaklaştığı o çizgiye delilere özgü bir sakinlikle baktı, yola koyuldu.
O tertemiz, ışıklar içindeki sokaktan asla geçmek istemiyordu. Bu şehre hiç yakışmayan bir boşluk ve sessizlik vardı orada, zorla götürülmüş bir hastane odası, gözyaşlarını tutmak zorunda kaldığı bir müdür odası gibiydi. Gitmeyecekti oradan, yolu uzatacaktı. Dümdüz giden, köprüden meydana bir bıçak gibi saplanan bu sokaktan yürümek yerine döndü ve bir sokak aşağıdan gözüken sarı evlerin arasında geçti. Bu sokağa hiç girmemişti. Haftalardır etrafından dönmüş, göğe yükselen direklerini görmüş, mal taşıyan ufak arabaların oraya yollanışını izlemişti. Şimdi içinden geçme zamanıydı. O’nunla randevuma yetişmeye çalışırken hiç girmediğim bir sokağa girdiğime duysa, benimle alay eder diye düşündü. Tarçın ve şeker rayihası neredeyse sarhoş ederken kendisini etrafta kimsecikler yoktu. Sanki ona biri kumpas kuruyormuşçasına boştu sokak, asla eve dönemeyeceğim diye paniklemeye başladı. Neden kimse burada değil kafasında listeler yapmaya başladı. Birileri etraftaydı bunu hissediyordu, yemek kokuları ve kapanan kapıların seslerini duyuyordu ama hiçbir şey görmüyordu. Acaba ölmek böyle bir şey mi diye düşündü sonra da bu fikri uzaklaştırmak için kafasını sanki arılar tepesine üşüşmüş gibi salladı. Arılar. Arıları ve çiçekleri özlemişti. Burada her şey taştı, her şey heykeldi, her şey sapasağlamdı.
Seri adımları birbirinin peşine yasak aşıklar gibi düşerken mandalina rengi parlayan evleri ve boş sinagogları geçti. Adımlarını attıkça sokağın boşluğu daha az korkutucu olmuştu, alışmaya başlamıştı. Arkasından bir grup genç oğlanın yürüdüğünü duydu. Karşı kaldırımdaki lokantanın camlarını kaçamak bir bakış attı, arkasındaki oğlanları tartmak uğruna. Cama kim bilir ne zaman yapıştırılmış humus, falafel ve shalom yazılarının arasında parlayan camdan, eski bir fotoğrafa aitlermiş gibi birbirlerine içtenlikle gülen üç genci seçti gözleri. Konuştukları bir kelimeyi bile anlayamıyordu, halen daha Almanca öğrenmemesiyle O hep alay ederdi. Her gün duyuyorsun, nasıl öğrenemezsin diyip yarım bir ağızla gülerdi. Bu üç genç nasıl da samimilerdi birbirleriyle. Belki de dillerini anlayamadığım içindir diye geçirdi içinden. Belki de ne dediklerini anlasa, her bir kelimeyi seçse, ne içten gelecekti oğlanlar ona ne de imrenilesi bir samimiyet sezebilecekti. Şimdiyse onların dilini bilmemenin verdiği o özgüvenle, kafasının içinde istediği senaryoyu kurabilirdi. Oğlanların elinde tuttuğu poşetlerden gelen o baharatlanmış patates yemeğinin kokusunu alabiliyordu, yaklaşıyorlardı. Patatesin kokusu ona itip kakmaya çalıştığı hislerini hatırlattı. En son ne zaman yemek yemişti? En son ne zaman biri ona yemek yapmıştı? Güzel lokantalara gidiyor, menüye bakıyor, vereceği bahşişi hesaplıyor, yan masalardaki güzel kadınların ellerini izliyordu. İçtenlikle yemek yediği anları hatırlayamıyordu bile. Patateslerin kokusu, patateslerin kokusu onda dehşet veren bir açlık hissini uyandırdı. Sadece karnını doyurmak değil, bir yemeğin getirdiği tüm sevgi ritüellerini yerine getirmek arzusunu tetikleyen bir açlık hissi. O’nunla buluştuğunda yemek de yiyeceklerdi ama bunu tüm kalbiyle istediğinden emin olamadı. İlk adımlarını panikle attığı bu sessiz sokak ve kendine has kokuları şu an onu bir bataklık gibi çekiyordu. Bu sokaktan çıktığında, O’nunla buluştuğunda, gerçekten varabilmiş, hoşgelmiş olacak mıydı? Hava karardıkça kararıyordu öyle giderse asla eve dönemeyeceğim diye düşündü, birazcık daha hızlanıp içindeki kaçamak sesler gelen evleri geçmeye başladı.
Meydana yaklaşıyordu. Tarihi şehir meydanına yaklaştığını, binaların ucubeleşmesinden anlamıştı. Patti Smith çalan bir kafenin taşıyıcı kolonları o göstermelik tarihi tuğlalardan yapılmış gibiydi. How can you just leave me standing? Alone in a world that’s so cold? Maybe I’m just too demanding. Eskitme, diye geçirdi içinde, tüm kafe eskitmeydi, sahteydi. Beş yıldan bile yaşlı değildir belki de ancak tarihi bir yer olduğuna kendini ve müşterilerini inandırmıştı bu kafe. En azından birileri, bir şeylere inanmalı. Sahtelikle suçladığı için kendini bir anlığına kötü hissetti. Kendini bu şehrin geçmişine ait hissetmeye çalışanların birer ikişer saatini geçireceği bu mekan için kıskançlık hissettiğini fark etti. Birileri, bir şeylere inanıyordu, zarar yoktu bunda. Kendisi neye inanıyordu ki? Açılan kartlara, denk gelen sayılara, çeşmelerin dibindeki bozukluklara, kuruttuğunu unuttuğu çiçekleri bulduğu kitaplara, karahindibalara, tabakta kalan pirinç tanelerine, yanaklara düşen kirpiklere, balkonuna konan çift kuşlara inanıyordu. Bunları geçirince aklında, yüzüne tekinsiz bir gülümse yayıldı çünkü uzayıp giden bu listede, kendisi yoktu, O yoktu.
Yol aktı, kendisi aktı, kafasında yaptığı listelerdeki boşluklar süt dişlerinin eksikliği gibi parladı, yürüdü. Helal lokantalar, çoktan kepenkleri inmiş kuaförler, fırınlar ve barlar. Meydanın gürültüsünü duymaya başladı, ara sokaklardan insanlar kaldırıma dökülmeye başladı, hayat vardı. Kimse beni fark etmiyor diye düşündü, herkes meydana çıkmaya çalışıyordu, ya da meydandan çıkmaya çalışıyordu. Kalabalık onu korkutmuyordu. Aynı yolu paylaştığı, omuzlarının sürttüğü, deklanşörlerinin sesini duyduğu bu insanlar onu korkutmuyordu. Anlık bir refleksle eliyle çantasını sıkı sıkıya tutuverdi, meydan şapkaları ve şaşkın bakışlarıyla turistlerin piştiği bir kazandı, her yer cepçi kaynıyordur diye düşündü. Yanından geçen arabanın camlarından yansımasını gördü. Kendi yansımasını gördü. Arkasındaki şehir silüetlerini ve insanları gördü, yalnızca bir anlığına ve farkına vardı, o bir turist değildi. Sokakları biliyor, insanları anlıyor, şehrin kokusunu alıyordu, bir turist bunları yapabilir miydi? Turist olduğu şehirlerde bunları yapabilmiş miydi? Panikle ve boğucu düşünceleriyle yürüdüğünü sanıyordu ama camdaki yansıması bunu hiç çaktırmıyordu. Her adımıyla biraz daha dikleşti sanki, onu görenler belki onun bir şeye üzülmüş olduğunu sanardı, lakin hissettiği tek şey kabul hissiydi. Artık o da şehrin bir parçasıydı, bunu kabul ediyordu.
Varacak bir cadde ya da çıkılacak bir meydan değildi hedefi, nasıl ki şehir onu etkilediyse o da şehri etkiliyordu. Şehir kıvrımlandıkça o da akacaktı damarındaki kan gibi, insanları duyacak ve sorgulamayacaktı pek bir derinden, yıllardır ayaktaki bu eski kahverengi kentin bir misafiri ve bir sahibi olacaktı. Tüm bu kabullenişi, tüm bu sakinleşmesi, meydana kibarca ittiriverdi onu. Karşı kaldırımda O’nu gördü. Elinde bir mor ceket vardı, göz göze geldiklerinde gülümseyip ceketi havaya bak nasıl da akıl ettim dercesine kaldırdı. Üşürsem diye getirmiş diye geçirdi içinden, oysaki o istememişti. Karşı kaldırıma geçmedi, çantasına uzandı eli, tekrar attı sırtına zeytin yeşili şalını. Döndü arkasını ve gerisin geriye yürümeye başladı çıktığı sokağa doğru. Yürümesine şaşkın gözlerle izlerken O, aklından tek bir şey geçti.
Asla eve dönmeyeceğim.