Dün akşam 7.35 civarlarında çok üzüldüğüm bir ölüm izledim. Sümeyra Teyze öldü. Ölüm… Tüm yaşamın, onca yıl, onca anı, onca tanıdığın sığdırıldığı dört harfli kelime. Çok ağır olan bu kelimenin, sadece dört harfle ifade edilmesi, bu olgunun ağırlığıyla büyük tezat oluşturuyor. Ama daha dil bilimcilerin el atmadığına bu suya, daha köpürtmediğim ellerimi durulamaya gitmeyeceğim. Suya sabuna dokunmuyorum.

Çocukluğumdan beri ilk defa bir ölü görüyorum. Sümeyra Teyze’yi çok sevdiğimden midir yoksa annemin dediği gibi korkunç ölülere benzemediğinden midir bilmiyorum ama korkmak hiç aklıma gelmemişti. Filmlerdeki gibi ağzı açık, gözleri hafif aralık, koyu sarı yatıyordu. Onu ertesi gün teneşirde yıkarlarken seyrettim. Beynimde yankılanan şu cümlenin sesini kısamıyordum ; ‘’Yaşamın geri dönüşleri yoktur.’’ Evet yoktu. Sümeyra Teyze şimdi canlanıp, oğlunu eve alamazdı mesela. Ya da evden atmak yerine polisi arayamazdı.

Sümeyra Teyze’nin oğlu katildi. Bir transseksüeli öldürdü, ya da biz öyle biliyoruz, günahını almayayım. Gerçi Sümeyra Teyze evden atmakta haklıydı. Polisi arasa ne olacaktı ? Bir travestinin katili kaç kere aranmıştı ki ? Kimliksizlermiş, ortadan pislik temizlenmişmiş, ne güzel olmuşmuş işte… Bu vahşilik karşısında yapabilinecek tek şey oğlunu bir daha görmemekti. ( Zaten kendi elleriyle polisi arayıp hapis yüzü göstermek ister miydi? )

Böyle böyle yaşlanmıştı Sümeyra Teyze. Zaman da akıp gitmişti. Tek odalı evinde , tek başına ( pardon, ölen sevgili kocasının resmiyle beraber ), tek tas çorbasıyla. Kötü ruhlu zaman, kararlı mekan.

72 yaşındaydı. Neyse ki kendi kendine ölmüştü. Hiç önemsemediği dağınık dolapların suçu yoktu. Fakir evindeki yer sıkıntısı yüzünden duvarlara asılı çürümüş dolaplar, üzerine düşseydi ? Kim suçlu olurdu ? Sümeyra Teyze mi – tamir ettirmediği için- ? Devlet mi – tamir etmesine yetecek kadar para vermediği için- ? Dolaplar mı –düştükleri için­- ? Suçlu dolaplar olacaktı. Devlete laf çarpıtmaktan, Sümeyra Teyze’yi yemekten daha kolaydı. Çünkü nesnenin sorumluluğunu nesneye vermek, hatta nesneleri en çok insandan sorumlu tutmak…

Uyurken ölmüş, hiç ses çıkarmadan göçüp gitmişti İstanbul’dan –beyaz saçlarını kapatan ince tülbenti ile beraber- yanında bir kirli tas. Cenazesine oğlu gelmemişti. Katil oğlanı cenazede arayan gözlerimde görüntü, netliğini kaybetti. Ölümün dondurucu gizemiyle her yer silikleşti.

Peşinde koştuğumuz benliğimizi ipotek ettiğimiz hedeflerin, ölüm karşısındaki acizliğimizi hafifletemediğini dehşetle fark ediyor insan, ölüme tanık olunca.

Bilmekle yaşamak aynı olmuyor. Yaşarken, daha önce bildiklerin çok daha farklı ayrıntılarla bezenip, etkileşimlerini şiddetlendiriyor. Bilgiler,  dehşeti, hayal kırıklığını, umutsuzluğu, hüznü, kaybedişi böylesine duyumsatmıyor insana. Ölümün salyalı kollarında az önce kıvranarak can vermiş bir insanın baş ucunda, sıranın sana ne zaman geleceğini düşünüyorsun. Zamanın akıp gittiğini bilmenin korkaklığıyla kaybediyorsun kendini. Sonra bu işin sırasının da hatırına geliyor ve hatırı sayılır bir dehşet saplanıp kabarıyor içinde. Geride bırakacaklarını düşünüyorsun en çok. Kendin için korkmuyorsun çünkü. Hiçbir yerden gelip hiçbir yere gidiyorsun. Zaten hiçbir yere ait olabiliyorsun. Ya da ait bile olamıyorsun hiçbir yere.

Bunu fark ettiğinde, yaşamla ölüm arasındaki o trajik anı ellerinle örtüp yok etmek isteği filiz veriyor birden ve bir anda milyonlarca kez büyüyerek tüm varlığını sarıp sarmalıyor, ölmek için doğduğun yanılgısında kalp atışın hızlanıyor. Yerine getirmek isteyip yaklaşamadığın isteklerin hatırına geliyor. Neden en azından yaklaşmak için hiçbir girişimde bulunmayıp ot gibi yaşadığını merak ediyorsun. Hayat, içinde özgür olduğunu sandığın hayat, kendi kararlarını alabildiğin, akışını denetleyebildiğin hayat. Oysa hepimiz çağdaş dünyanın hepimiz çağdaş dünyanın karmaşık mekanizmaları içinde, bireysel ve toplumsal yaşamımızı denetleme gücünü yitirerek, edilgen bir konuma sadece bizden beklenildiği gibi davranıyoruz. Belli davranış kalıplarından bir türlü sıyrılamıyor, böylece bireysel açmazlarımızı derinleştiriyoruz.

En şanssız bir avuç insansa bütün bunların farkında olanlar ( Sümeyra Teyze de dahil ) , onlar bireyin kıstırılmışlığını en derin acılarla göğüslemek durumundalar çünkü kendi kendileriyle ve ulaşamayacakları hayallerle barışık olmak, kaosların karanlık uçurumlarına yuvarlanmak, ‘’acıyı bal eylemek’’ hep onların işi.

Bir de boş zamanlarda kahramanlık türküleri söylemek.

Bu arada Sümeyra Teyze, ben de uyuyacağım yakında, o şiirden geri aldım acımı.