“Biz doğduğumuzda maktul, büyüdüğümüzde de katil oluyorduk. Yani senin anlayacağın biz ‘eden bulur’ dünyasında değil de bulanın bir gün mutlaka edeceği bir dünyada yaşıyorduk.”
Bu sözlerin tesiriyle oturduğum yerde dikleşme ihtiyacı hissettim. Amcam hapisten yeni çıkmış birine göre ne kadar rahat konuşuyordu! Sanki içerideyken ruhu hiç yıpranmamış, sinirleri hiç gerilmemiş, kaderi bütün bu söyleyeceklerinin kusursuzluğuna bağlı olduğundan aynı sözleri içinde defalarca tekrarlamış gibiydi.
“Hala böyle kapalı konuşmanın bir anlamı var mı?” diye sordum ona.
“Gizli saklı eylemlerimizle geçen yıllar bize şüphesiz kapalı konuşma ihtiyatını da hediye etti.” Ve kısa bir gülümseme. Sonra tekrar ciddileşti.
“Baştan sona merak ettiğini tahmin ediyorum.”
“Çünkü hiçbir zaman anlatmadın.”
“Uyduruk bir bölme arasında zorla akan kelimelerden oluşan ‘görüşme saati’nde mi anlatacaktım? Anlamazdın. Ve kaldıramazdın da. Şimdi ise iyi dinle:
11 yaşındaydım, keza baban da öyleydi. O yaz deden çalışalım diye bizi iki sokak arkamızdaki Gregor diye bir Rum berberin yanına çırak olarak göndermişti. Hani bir çocuk 10’lu yaşlara gelince babasının her şeye gücü yeten bir süper kahraman olmadığını anlar da hayatı boyunca sevip örnek alacağı bir idol arar ya, Gregor da benim idolümdü. İlk tanıştığımızda bu günümüz toplumunun ezberletilmiş, leş aklından ve de ahlakından daha fazlasına sahip olamadığım için ondan nefret etmiştim. Ama şimdi anlıyorum ki Gregor olmasa öğrendiğim, sahip olduğum ve yaptığım şeylerin hiçbiri olmayacaktı.
Dedenle anlaşmalarına göre Gregor çırak olarak sabahtan öğlene kadar beni, öğleden akşama kadar da babanı çalıştıracaktı. İşin 3. Gününde baban sabah vakti arkadaşları ile oynarken ağaçtan düşüp ayağını kırdı. Onun bahanesiyle de bir daha hiç dükkâna uğramadı. Ben ise o günden sonra hep sabahtan akşama kadar çalıştım. Zaten Gregor’un tabiatı ondan çok uzaklaşmama izin vermiyordu.
Robotları bizim çocukluğumuzdan da eski zamanlarda geliştirip gizlice sokaklara salmadılarsa eğer, Gregor benim hayatım boyunca gördüğüm robota en çok benzeyen “şey”di. Duygusuzdu, profesyoneldi, her an tetikteydi ve aynı zamanda büyüleyici bir entelektüeldi. Bana ilk kez tecavüz ettiğinde kendimi artık hiçbir işe yaramayacak olan, acziyetle dolu harap bir et yığını olarak sandığımdan dükkânında saatlerce ağlamıştım. Ben ağlarken bu sırada o da bana kendisinin ilk kez tecavüz edilme hikâyesini anlattığında üzüntümün ağırlığı nefretimin yanında kaybolup gitmişti. O sıralarda başta da dediğim gibi çok büyük bir cinayet zincirinin ortasına düştüğümü sanıyordum. İçimdeki çocukluğu öldüren adamın çocukluğunu da bir zamanlar başka biri öldürmüştü. O da onların yolundan devam ediyordu. Kahroldum, haftalarca tuvalette dikeldim. Başkalarına söylememi engellemişti. Birkaç defa daha tecavüze uğradım.
Sonra ise işler değişti. Yanında kaldığım uzunca bir süre şokumun ve hayal kırıklığımın etkisiyle dediklerini hiçbir zaman özenle dinlememiş, kendisini tek düşmanım bellemiştim. Fakat bütün günü beraber geçirip de düşman olmanın zorluğundan, zamanın mucizeleri bir koşuşta kolaylıkla alışkanlıklara çevirme kuvvetinden olsa gerek bir süre sonra onu dinlemeye başladım. İşte fark etmesi zor olan gerçek şimdi tam karşımdaydı: Gregor en başından beri benim iyiliğim için çaba gösteriyordu.

Sana tekrar söylüyorum, büyüleyici bir entelektüeldi. Ondan o korkutucu kalınlıktaki ciltli ansiklopedilerde bile doğru dürüst yazmayan tonlarca şey öğrenmiştim. Ama şüphesiz içlerinde en önemli yere sahip konu Antik Yunan’dı. Antik Yunan Gregor’un en sevdiği konuydu, uzmanlık alanıydı. Üstelik herkesin hemen ilk olarak aklına getirdiği gibi konuya Sokrates’ten Platon’dan girmez, Antik Yunan’ın emekleme dönemlerinden nasıl bugün herkesin hayranlıkla baktığı bir medeniyet haline geldiğini anlatırdı. Antik Yunan’ı çok sevmesinin nedeni de kuşkusuz hayatımızı adadığımız öğretinin kökenlerinin onda yatıyor olmasıydı: Pederasti. Bahsettiği şüphesiz buydu.
Yunan atalarımız da bizim günümüzde en çok sıkıntısını çektiğimiz konulardan biri ile cebelleşiyordu: Ellerinde önemli hiçbir amacı olmayan, kişisel zevklerini mümkün olan en üst seviyelerde yaşamaktan ibaret bir dünya görüşü olan, zevkleri de seks ve kadınlarla sınırlı kalmış sığ bir gençlik vardı. Bu gençliğin üyeleri yetişkin olduklarında da ya içkinin kuyruğuna takılıp ölüyor, ya da kadınlara asalaklıkla bütün vaktini tüketip bitiriyordu. Devletine faydalı erkekler yetiştirmek adına Antik Yunan Pederasti fikrini ortaya attı. En azından asker yapacak erkeklerini kurtarmışlardı artık.
Pederasti felsefesinin sorunlara çözümü hayranlık duyulacak cinstendi. Eğer elinizde aklını seks ve kadınlarla bozmuş bir oğlan çocuğu varsa bunların ikisini de onun elinden alarak onu çıldırtmak yerine birini yok ediyor, diğerini de bolca vererek onu doyuruyordunuz.
Pederasti’nin belirttiğine göre gerekli yaşa gelmiş oğlan çocukları eğitim için askeri bir okula alınırdı. Burada Yetişkin ve yetenekli savaşçılardan askeri eğitim alırken aynı zamanda onlarla cinsel ilişkiye girerlerdi. Her potansiyel askere bir eğitmen düşmesi şarttı, böylece bir sevgili-öğretmen yaratarak bir insanın hayatta en çok ihtiyaç duyduğu iki şeye tek koldan yardım ediliyordu: Sevgi ve bilgi. Erkekler bilgi peşinde kendinden önce gelen diğer erkeklerin kitapları çevresinde koşmakla bir kadının sevgisi ve şehveti peşinde koşmak gibi bir ikilemde kalmıyordu artık, tüm ihtiyaçları kendiliğinden doyuruluyordu. Karşı cinse olan hastalıklı ilgi kesilince, gerçek dünya bu zamana kadar onu kapatmış olan gri bulutların arasından göz kamaştırıcı bir biçimde açığa çıkıyordu.
Gregor bana bunların hepsini özenle anlatmıştı. Ben de bunları dinlemekle kalmadım, içselleştirdim ve gelecek için bir hedef haline getirdim. Antik Yunan’da bu öğreti için bir okul olması ne kadar iyiydi! Şimdi ise okulu bırak, Gregor’un yaptığı bireysel emekler bile yasaklanmıştı. Modern zamanlarda insanlık sorunları çözmeye değil de en mükemmel şekilde saklamaya büyük bir çaba harcamıştı.
Bana göre bu, değiştirilemez bir şey değildi. Antik Yunan pederastisi birebir şekilde olmasa da günümüze uyarlanmış bir şekilde küllerinden tekrar dirilebilirdi. Bu düşüncelerimi –maalesef ki- hiçbir zaman Gregor’a açamadım, Benim eğitimimin neredeyse sonuna geldiğimiz bir zamanda Gregor, ders vermeye çalıştığı başka bir çocuğun babası tarafından vurularak öldürülmüştü. Toplum hiçbir zaman onun sakladığı yüzünü görememişti ama Gregor’un ölümü benim çok önemli bir şeyi fark etmemi sağladı: Her ne kadar Gregor gibi soğukkanlı ve profesyonel bir kişi de üstlense, bu iş bireysel çabalarla sonuç verecek basitlikte değildi.
Hikayeme ‘Ve sonrasında adını Pederasti Cemiyeti koyduğum gizli bir örgüt kurdum’ şeklinde devam edersem bunu çok basit gerçekleştirdiğim sanılabilir. Her ne kadar gerçek tam aksi şekilde çok sancılı ve zorluklarla dolu bir kuruluşa işaret etse de anlatmak istediğim kısım cemiyetin başlangıç dönemi değil. Başarıya daldaki meyveyi koparırmışçasına basitçe ulaşmış olan yükseliş dönemimizden bahsetmek istiyorum.
Gözlerinde biraz olsun zeka parıltısı bulundurup da ergenliğin yüklemeye başlamış olduğu hormonlarla başı belaya girmiş (veya girmeye hazır) olan oğlanları sokakların arasından bir bir bulup onlarla bir şekilde iletişime geçiyorduk. Sonra cemiyetteki gönüllü bir arkadaşımız oğlanla bir şekilde samimi bir ilişki kuruyor ve en sonunda onu kandırarak cemiyetin gizli binasına gelmeye ikna ediyordu. İlk zamanlarda kilitli tutmak ve gözlerini açmaları adına birtakım ufak işkencelerden geçirmek pahasına da olsa, bu oğlanların bizi anlamalarını sağlıyorduk. Daha sonraları ise kapıları kilitlememize gerek kalmıyor, hepsi kendi isteği ile sık sık uğruyordu. Mezunlarımız kilitli kaldıkları bir dönem dışarıda ‘kayıp çocuk’ olarak geçseler de topluma tekrar kazandırılacakları vakit hiçbir şey olmamış gibi tekrar ortaya çıkıyor, nasıl kaybolup başına ne geldiğine dair rastgele bir hikaye uyduruluyor ve mezun, eski hayatına eskisinden çok daha başarılı ve topluma faydalı bir birey olarak dönüyordu. Mezunlarımızdan içlerindeki sanatçı yönü, bilimci yönü, felsefi yönü ve hatta sportif yönü keşfetmemiş ya da ilerletmemiş olan neredeyse hiç yoktu. Hepsi, dışarıdaki başarılı hayatlarıyla gözlerimizin önünde bir zafer anıtı gibi dikiliyorlardı. Sistemin her dişlisi bin bir emekle özel olarak üretilmiş gibi tıkır tıkır işliyordu ve biz, bu Pederasti Cemiyeti, neredeyse ümit kesilme aşamasına gelmiş bir toplumu ıslah etme adına küçük ama bu zamana kadar hiç atılmamış önemli adımlar atıyorduk. Her şey bir rüya gibiydi ve ben bu rüyanın sahibi, kurucusu ve patronuydum. Mezunlarımızdan bir mahalle oluşturarak hayalimdeki toplumu aynanın içinden yeryüzüne taşımak üzereydim ki polis bizi enseledi. O görkemli günlerine ve başarılarına bakılmaksızın Pederasti Cemiyeti dağıtıldı. Bir şekilde yakalanacağımızı anladığımız zamanlar başarılı bir manevrayla gerçek işlerimizi saklayarak kendimizi uyuşturucu ticaretinde gibi gösterdik. Polis bir uyuşturucu çetesini dağıttığını sanıyordu ve ben elebaşı olarak 25 yıl hapis cezası yemiştim. Babanın olaylara anlam verememesi de bu yüzdendi, çünkü benim ticareti bir yana hiçbir zaman uyuşturucu kullanmayacağımı biliyordu.
Şimdi, hikâyeyi sonunda öğrenebildiğin için mutlu musun yeğenim?”
Vücudumda kusma ihtiyacından daha yoğun hiçbir tepki olmadığından koşarak tuvalete gittim. Lavabonun aynasında içinden ruhu çekilmiş bir yüz beni karşıladı. Aklımda yalnız tek bir soru vardı: Yıllarca amcam sandığım bu adam kimdi? Bir katil miydi? Bir sapık mıydı? Yoksa söylemekten ve kendime itiraf etmekten çok korksam da, bir dahi olabilir miydi?